5 Eylül 2013 Perşembe

Öyle işte

İnsan her düşündüğünü yapabilecek cesareti kendinde her istediğinde bulabilseydi alkol üreticileri ne yapardı kim bilir?

Her tebessümün altında mutluluk olsaydı,
her damla gözyaşı acıdan aksaydı,
her kavga nefretten, her sevişme aşktan başlasaydı,
her şarkı hissedilerek yazılsaydı,
her kelimenin sadece bir anlamı olsaydı,
her hayal sadece hayal kalsaydı, her hayalperest bunu bilip yaşasaydı,
her kalp kırığı zamanla unutulsaydı,
her duygu benzersiz olsaydı,
her fotoğraf mutluluk anlatsaydı,
Her.... 
Bu sanki böyle saatlerce, satırlarca, ya da nasıl gitmesini isterseniz öyle gidecekmiş gibi duruyor. Bunların her biri öyle olabilseydi, daha mı mutlu olurdum? Onu gerçekten bilmiyorum, ama daha az yorgun olurdum sanırım.
Bu yaz, daha öncekilerin hemen hemen hepsinden çok daha yoğun geçti. Artık resmi olarak da sonbahara girdiğimizden -hava da ilginç bir şekilde bu sefer tam mevsim dönümünde de hatırladı değişmesi gerektiğini- dönüp şöyle bir baktım son birkaç haftaya. Çok gezdim, bir dolu fotoğraf çektim ilerde unutulanları hatırlayabilmek için, bir dolu bira tattım, biraz yoruldum, ama yukarda bahsettiğim gibi değil bu sefer. Bacaklarım ağrıdı, başım ağrıdı, ama düşüncelerimdeki, ruhumdaki ağrılarım azaldı, ya da bana öyle geldi bilmiyorum. Döndüğümün 4üncü gününde sanki çok da bir fark yokmuş gibi geliyor şu sıralar.
Aslında, İstanbul'da izlediğim Roger Waters konserinden başlayarak herşey öyle bir ivmeyle yükselmeye başlamıştı ki hayatımda, en son Kıbrıs'ta Ankara uçağını beklerken kulağımda en sevdiğim şarkılar; elimde, tatilimin başından beri elimden düşürmediğim cep telefonum, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle bakıyordum hayatıma, bir de inip kalkan uçaklara. 
Çocukluğumdan beri büyülenmiş gibi  izledim uçakları, yakından ya da uzaktan uçsun, pek farketmezdi, farketmiyor da hal. Zihnimin çok derinine gömdüğüm, ya da yıllarca öyle olduğunu düşündüğüm, bir hayalin içine çekip durdu uçaklar beni. Uçabilmek, özgürlük ya da başka bir şey değil. Terkedip gitmek hayali, terkedebilmek. İnsanların her zaman durduğum yere baktıklarında orada artık olmadığımı görmelerini istiyorum, ama bunun farkına varmalarını, bir eksiklik hissetmelerini istemiyorum. Az önce bahsettiğim rahatlığın belli bir zamana mahsus değil de ne zaman kalbim atamayacak kadar yorulursa, o güne kadar sürecek şekilde bütün benliğime yerleşmesini istiyorum. Tanımadığım, tanınmadığım, bilmediğim, bilinmediğim bir çok yere dağılmak istiyorum. Ama sonunda tekrar toparlanıp bildiğim yere, bu sefer o uçakların biriyle dönmek istiyorum. Anlatacağım bir dolu hikayemle, dinleyecek birileri kalmışsa, oturup onlara anlatmak ist... 
Ne kadar çok şey istiyorum. Aslında çok istek gibi değil. Dediğim gibi çocukluğumdan bu yana zaman zaman kendini hatırlatan, sadece hayal kalacak bir hayal. Bunun farkına varabilecek kadar aklımın başımda olmadığı bir gün belki de? Bu anı yakalayabilecek kadar sarhoş olabilecek miyim acaba hiç? Ya da o kadar ümitsiz ve kırık. Yanına yaklaştığım zamanları hatırlıyorum, her seferinde adımlarımı güçleştiren, bedenimi ağırlaştıran, ruhumu, zihnimi tutup kendine çeken birşeylerin farkına vardım. Aklımı olması gereken yere döndüren. Her denememde sanki biraz daha yaklaşıyormuşum gibi hissetsem de, öyle olmasını umduğum için kendimi bunu hissetmeye zorluyorum belki de.
Birkaç ay önce bu kadar kafam karışık değildi. Kafam değil, karışık olan yerim neresi yine bilmiyorum. Ne zaman bu kadar kararsız kaldım herşeye karşı? Ya da sadece, geri kalan herşey gibi, zaman geçtikçe ben de karmaşaya daha çok yaklaşıyorum.
Olan bitene saydırıp duruyorum, suçluyu onlarda arıyorum. Belki de en başından beri yanlış yere bakıyorum. Kafamı önüme eğip baksam belki? Hayır, hayır. İdam fermanımı okumaya daha hazır değilim. Yeteri kadar işkence ettim kendime şimdiye kadar, biraz dinlenmem lazım. Ne olur kusura bakmayın.
Nasıl bir yorgunlukmuş benimki de değil mi? Hemen hemen her cümle 'biraz dinlenmem lazım' diye bitiyor.
'Sevmek zor zanaat' demişti, kim olduğunu hatırlamadığım biri, sarhoşken ikimiz de. Belki de ben söyledim kendi kendime. Zor mu bilmiyorum. Ama çoğu zaman benim için yorucu oldu.

Öyle işte.

O değil de, uzay ne acayip lan.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Kendime söz vermiştim. Çok da uzun zaman önce değil hoş. Ama sözümü tutuyordum. Kimsenin yaklaşmasına izin vermeden, kendi halimde çok mutlu olmasam da en azından mutsuz değildim. Bazı tercihler yapıyoruz yürümeye devam ettikçe, bu da tercihlerimden bir tanesiydi. Hani şöyle bir baktığımda birçok tercihimden de çok daha doğru ve yerindeymiş gibiydi.

Çok ama çok ufak birşeyi hissetmek için kendime izin verdim. Neden böyle yaptım bilmiyorum. Sanki... aman neyse. O içine kendimi kat kat gömdüğüm kalın toprağı biraz araladım. Sadece biraz güneş ışığı görecek kadar. Ben nereden bilebilirdim güneşin batışını yakaladığımı. 

Gecenin ortasında, soğukta dikildim derin çukurumun içinde. Toprağın altı bile bu kadar karanlık değildi. Alışmıştım en azından. Tanıdıktı herşey, rahattı, heryerden yeterince uzaktım. Hayal kırıklığından ya da her saniye daha çok ağırlaşan,  daha çok acıtan heyecandan.

Ben yaptım hatayı. Demekki yeteri kadar derine gömememişim ne kendimi, ne de hissettiklerimi.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

The Final Cut



O'nun kim olduğunu şehirde pek bilen yoktu. Çok az insan O'nu hep oturduğu masanın dışında bir yerde görmüştü. Görenler ise gördükleri yere tekrar baktıklarında O'nu orada tekrar görememişlerdi hiç. İsimler takılmış ama zamanla unutulmuştu. Kaç yaşında olduğunu bilen yoktu ancak tahminler bir insan ömrü uzunluğundaydı. Oturduğu masa dört kişilik, koyu yeşil tahta bir masaydı. Altında sadece iki çelik bacağı olan sıradan bir bar masası. Masanın sadece bir sandalyesi vardı ve o tek sandalye her zaman doluydu. O otururdu. Bacak bacak üstüne atıp, yırtık paçalı siyah pantolonu ve loş bar ışığı yüzünden sanki kalın tek bir bacağı varmış gibi görünmesine neden olan bir şekilde genelde sabit bir noktaya bakardı. Barın kapısından giren herkesin gözlerinin içine bir kez bakar, ardından aynı noktaya bakmaya devam ederdi. Barın sınırlarını belirleyen pürüzlü pis duvarda bir zamanlar asılı duran bir posterin takılı olduğu paslı çivinin izi.
Bara yeni giren insanlar sadece yer var mı yok mu anlayabilmek için barın içini süzerken bakarlardı ona. Bu genellikle göz göze gelebildikleri tek an olurdu bu. İnsanlara hayal kırıklığından başka bir şey hissettirmemişti yıllardır. Hayal kırıklığının nedeni ise sadece ilk görüşte masanın boş olduğu düşüncesinin O'nun görülmesiyle yitmesiydi. Barda konuşulan herşeyi dinler gibi gözükürdü ama ara sıra yapılan kutlamalar, tezahüratlar asla onu yerinden sıçratmazdı. Barda çalışanlar önündeki birası bittikçe yerine yenisini koyarlar, asla bir şey sormazlardı. Sanki barda bulunan çirkin, ancak hediye geldiği için atılamayan bir süs eşyası gibi. Sadece yeni gelenler için ilgi çeken ardından gözün alışmasıyla geri kalan dekorun içinde kaybolan bir süs eşyası gibi. Nadiren oturduğu koltuk boşalır, ağır ve aksak adımlarla, ayağını ve paçaları yırtık siyah pantolonun paçalarını yere sürüyerek erkekler tuvaletine giderdi. Bu hareketi onun gerçekten yaşayan bir insan olup olmadığına dair şüpheleri giderirdi.
Kimse nerede yaşadığını, sesinin tonunu, gözlerinin rengini yada sadece aklından geçenleri bilmezdi. Nadiren cebinden bir kağıt çıkartır ve onu garsona gösterirdi. Garson başını sallar, bara koşar ve CD çalarda çalan ne olursa olsun onu çıkartıp başka bir CD takardı. İnsanlar o kağıtta ne yazdığını çok merak eder ve garsona sık sık orada ne yazdığını sorarlardı. Garsonun cevabı artık bu cevabı vere vere ezberlenmiş bir replikti "çok güzel bir yazıyla yazılmış 'müziğimi çalabilir misin lütfen?' sözcükleri var. Ancak epey eski bir kağıt gibi duruyor. Sanki o yazı yıllar önce yazılmış gibi solmuş, kağıt o siyah hırkanın iç cebinde sanki yıllarca kararmış gibi duruyor". Bu tarif herkesi memnun ederdi.
Nadiren bazı insanlar karşısına geçip onunla konuşmak isterdi. Bir sandalye çekip izlediği çivi deliği ile O'nun gözleri arasında girip asla duymadığı, duyduysa bile tepki vermediği sorular sorar, hakaretler savurur yada dalga geçerlerdi. Gözlerini hiç kıpırdatmazdı. Sadece, paketinde az sigara kaldığı zaman sigaraları paketin ağzı kapalı kısmından ağzı açık kısmına yuvarlayacak bir hareket yapmak için gözlerini çivi deliğinden ayırırdı. Bir de bara giren her bir insana teker teker bakmak için. Sanki onlara attığı bir saniyelik bakışla onları tanıyabiliyormuş, onları sevebiliyormuş yada onlardan nefret edebiliyormuş gibi bir hisse kapılırdı, O, başka insanların gözlerine bakarken O'nu izleyen bir insan. Nadiren göz kırpardı, ama gözleri sanki ebedi bir nemle ıslanmış gibi parlaktı. Parlaklığı yüzünden göz rengi görünmez, görünse bile hatırlanmazdı. Uzun saçları keçe keçe olmuş ama sağlıksız gözükmezdi. Uzun dalgalı kumral saçları sırtının ortalarına kadar uzanıyordu. Sanki ömrü boyunca O'na sarılabilecek tek şeyin kendileri olduğunun farkındaymışcasına bütün sırtına asla vazgeçilemeyen bir sevgili gibi yayılmış duruyorlardı. Uzun sakalı rengarenk, göğüs kafesi hizasına, bakımsız, büyüyebilmek için budanmayı bekleyen, ancak terkedilmişlikleri yüzünden budanamamış, çarpık dallı ölüme yakın ağaçlar gibi uzanıyordu.
Sadece birayla nemlenen dudakları çatlak çatlak olmuş, sadece bir yudum daha bira içmek için yada sigarasından bir nefes daha alabilmek için birbirlerinden ayrılıyordu. Ne bir söz, bir nefes, bir esneme yada öksürük. Bunlar sanki yıllardır kavuşamamış iki deli aşık gibi birbirlerine kenetlenmiş dudaklarını aralamıyordu. Elleri nemli gözleriyle tezat oluşturmak için uğraşırcasına kuru, saçındaki ve sakalındaki gümüş telleri yok sayarcasına gençti. Sağ işaret parmağını ucu yıllardır elinden bırakmadığı sigarası yüzünden sararmıştı. Tırnaklarına zaten kimse dikkat etmezdi. Bu yüzden kendiside hiç dikkat etmedi. Bedeni sağlıksız görünmeyecek kadar kalındı ancak bir çok normal insandan çok daha inceydi.
Günleri böyle geldi, ve böyle geçti. Bara giren herkesin hikayesini gözlerinin kesiştiği bir saniye içinde öğreniyor, olağan insan hayatlarının sıradan hikayelerinden sıkılmış bir şekilde kendisininde anlam veremediği çivi deliğine bakmaya geri dönüyordu. En azından o barda takılan insanlar arasında yayılan efsanede bunun böyle olabileceği konuşuluyordu. Birası bittiğinde yenisi geliyor. Cebinde her zaman bir sonraki an için fazladan bir sigarası oluyordu. Elindeki çakmağın gazı sanki hiç bitmiyor, saçları ve sakalları artık uzamak istemiyor ve garson sürekli o istediğinde onun müziğini çalmaya devam ediyordu. Bar işini yapmaya, o bara insanlar girip çıkmaya devam ediyordu. Ara sıra bar kapandıktan sonra barın kapısında gecenin sabaha kavuşmaya yakın saatlerinde ne yapacakları konusunda kararsız insanlar gözlerinin kıyısında O'nun onlara doğru baktığını görüyor, ancak başlarını o tarafa çevirdiklerinde O'nu orada göremiyorlardı. Bunu gece boyu süren alkol ziyafetine bağlayıp gülüşmeler eşliğinde gece sabaha kendini teslim etmeden önce zihinlerini bulandırmaya devam edebilecekleri başka bir yere doğru düzensiz adımlar ve akordu bozuk ses tellerinden çıkan uğultuya benzer şarkılarla O'nu unutuyorlardı.
"Yine oturuyorum. Burada. Bir saniye çivi deliği, hemen döneceğim." Sol elini, yırtık paçalı siyah pantolonunun sol cebine atıp paketi cebinde oturmaktan kendini koyvermiş sigarasından bir tane alıp dudaklarının arasına koydu. "canım acıdı. Ara sıra dudaklarımı yalamayı unutmamalıyım artık. " Sağ elini yırtık paçalı siyah pantolonunun sağ cebine attı ve çakmağını çıkartıp sigarasının ucunda tuttu. "Ya bu sefer çakmak yanmazsa?" Baş parmağını çakmak taşından kıvılcım çıkartacak olan silindirik dişliden gazı açacak düğmeye doğru kaydırdı. "Gazın sesi geldi. Gaz var." Çakmağın ucunda maviden turuncuya uzanan ateş seri üretim hattında standartlara uygun sarılmış sigarasının kusursuz ucunu yakarken sanki içine çekeceği tek bir nefes hakkı kalmış ve onu kullanıyormuşcasına nefesini çekti. "Yandı. Bir an yanmayacağını düşündüğümü hatırlıyorum sanırım." Ve ilk nefesin dumanını gözlerini tekrar çivi deliğine çevirirken üfledi. "Geldim delik. Nerede kalmıştık? Ah evet. Bir saniye" Bara iki yakın dost girdi, bir tanesi uzun boylu, kilolu, kısa saçlı neşeli bir adamdı, diğeri biraz daha kısa sarışın mavi gözlü, ilkine oranla daha ciddi bir mizaca sahip bir adamdı. "Sıkıcıymış bunlar, şişko biraz ilginç gibi. Hmm. Evet eğlenceli bir hayatı olacağa benziyor. Sarışında iyi, eğlenceli bir hikayesi var. Evet evet göründüğü kadar ciddi değilmiş. Ben bile yanılabiliyorum bazen. İyi dostlar. Kusura bakma çivi deliği. Neden burada olduğumu konuşuyorduk. Ne o? Konuşmuyormuyduk. Tabiiki sana diyorum. Burada beni duyan kaç çivi deliği olabilir? Bir saniye. Garson biramı getiriyor nihayet. Sigaramın birasız ziyan olacağını düşünmeye başlamıştım. Şarkımızı dinleyelim mi çivi deliği? Ne o? Alındın mı söylediklerimden. Ciddi değildim biliyorsun. Tabiiki sen benim konuşacağım tek çivi deliğisin. Hadi gülümse. İşte böyle. Hmm, şarkımızı dinleyelim o zaman." Garson birayı bırakmak için masaya yakaştığında O, sağ elindeki sigarayı küllüğün yıllar önce kırılmış sigaralığına dayayıp, sağ elini sigara dumanı sinmiş siyah hırkasının sol iç cebine daldırdı. "Nerde bu kağıt? Hah!" Elinde buruşmuş garsonun kendisinden yaşlı olması muhtemel kağıdı masanın üstüne garsonun okuyabileceği şekilde koydu. "Ne yazıyordu bu kağıtta acaba?" Garson kağıdı okuyup hemen koşarak bara doğru yaklaşmaya başladı. "hay aksi, kötü birşeymi yaptım?" Kağıdı sağ elinde buruşturup sigara kokusu sinmiş siyah hırkasının sol iç cebine geri koydu. "Yetişkinler hep gergin oluyor garsonda yeni yetişkin olmuş olmanın gerginliğini atamamış heralde üzerinden, yoksa cebimde dolaştırdığım bir kağıtta kötü birşey yazacağını düşünmüyorum, sen ne dersin çivi deliği? Bencede."
Garson barın arkasındaki cd çalara uzandı ve içideki CDyi çıkartıp o kağıdı her gördüğünde taktığı CDyi taktı. O, küllüğün yanına dayadığını sigarasını unuttu ve sol elini, yırtık paçalı siyah pantolonunun sol cebine atıp paketi cebinde oturmaktan kendini koyvermiş sigarasından bir tane alıp dudaklarının arasına koydu. "canım acıdı. Ara sıra dudaklarımı yalamayı unutmamalıyım artık. " Sağ elini yırtık paçalı siyah pantolonunun sağ cebine attı ve çakmağını çıkartıp sigarasının ucunda tuttu. "Ya bu sefer çakmak yanmazsa?" Baş parmağını çakmak taşından kıvılcım çıkartacak olan silindirik dişliden gazı açacak düğmeye doğru kaydırdı. "Gazın sesi geldi. Gaz var." Çakmağın ucunda maviden turuncuya uzanan ateş seri üretim hattında standartlara uygun sarılmış sigarasının kusursuz ucunu yakarken sanki içine çekeceği tek bir nefes hakkı kalmış ve onu kullanıyormuşcasına nefesini çekti. "Yandı. Bir an yanmayacağını düşündüğümü hatırlıyorum sanırım." CD çalar yavaşça kapandı, ve garson ince parmaklarıyla en düzenli müterinin en sevdiği şarkının numarasına ulaşmak için CD çaların yıllar boyunca aşınmış tuşlarına bastı.
Şarkının ilk notaları hemen başının üstünde asılı olan kolondan kulaklarına doğru akmaya başladığı anda gözleri hala, hep dikili olduğu çivi deliğine dikiliydi. "Çivi deliği! Duyuyor musun? Şarkımızı çalıyorlar! Bizim şarkımızı! Neden heyecanlanmadın? Biliyorum biliyorum. Bunca yıldan sonra sadece hala heyecanlanabildiğime inanmaya çalışıyorum. Bir saniye çivi deliği"

Ve o saniye hiç bitmedi.

Şarkı başladı. 'Through the fish-eyed lens...' Bardan içeri bir insan grubu girdi. Bunlar O'na çok sıkıcı gelmişti. Her biri birbirinden güzel çok dikkat çekici kadınlar, ve birbirlerinden yakışıklı adamlar. '...ng high in clear blue skies...' "Bunlar sıkıcıymış. Hayatları boyunca beğenilmiş, sevilmiş insanlar. Şişkoyla sarışının dipleri düşmüştür kesin." En sonunda bu kalabalık grubun en arkasından bir kız girdi. '...and if you make it past the shotgun in the hole...' "Bilemiyorum. Nasıl?" İlk kez O birine bir saniyeden uzun süre bakmıştı. '...I'll tell you what's beh...' "Sen kimsin?" Kız O'na baktı. '...There's a kid who had a big hallu...' O'nun suratı ifadesiz, gözleri boş, sigarası sağ elinde sararmış işaret parmağanın üstüne bir kat daha sarı atarak kendini tüketirken, '...he wonders if you're sleeping with your new found faith...' kız masanın boş olmadığını anlayınca hayal kırıklığına uğradı. 'Could anybody love him' "Bu olmamalı. Tanımıyorum. bilmyorum. Okuyamıyorum. Nasıl? Kim? Neden?" '...Or is it just a crazy dream?!...' Sigarasını ağzına götürdü. "Canım acıdı. Ara sıra dudaklarımı yalamayı unutmamalıyım artık."
Kıza bakmaya devam etti. '...And if I show you my dark side...' Konuşmalarını dinledi, onu tanımaya çalıştı. '...And if I open my heart to you...' Gözlerinin içine baktı, ruhunu görmeye çalıştı. '...What would you do?..' Kız rahatsız oldu. Arkadaşları onu yatıştırdı "o adam deli, yıllarca şu arkadaki deliğe baktığını söylüyorlar..." ve onun hakkındaki bütün bar efsaneleri anlatılmaya başladı. '...And smile in reassurance as you whisper down th...' "Salaklar kendimi tanıyorum, yıllardır benim hakkımda konuşuyorsunuz, ama kendiniz hakkında hiç bir şey söylemiyorsunuz. '...Or would you take me home?' İlk defa birisini okuyamıyorum, ve bırakmıyosunuz ki kadın kendini anlatsın. Tanrım, ne kadar güzel bir solo" '...I held the blade, in trembling hands, prepared to make it but...' "seni sevebilmeyi isterdim." '... I never had the nerve to make the final cut.'

Ve bu konuşmalar alkolünde etkisiyle bir gece boyunca sürdü. Kız ara sıra O'na baktı. O da kızın gözlerinden kendine baktı. Ayağa kalktı. İlk defa bar kapanmadan bardan dışarı doğru yürüdü. Barın kapısı kızın güzelim suratının solunda kalıyordu. Kız sol gözünün ucunda O'nun hala kendisine baktığını farketti. Döndü, ilk defa birisi göz ucunda O'nu gördükten sonra O'nu tekrar görebildi. Kıza gülümsedi "Canım acıdı. Ara sıra dudaklarımı yalamayı unutmamalıyım artık. Yada artık gerek kalmamıştır." İlk kez gülümsedi. Ve sadece kız gördü. O, arkasını döndü. Barın önünden geçen tek yönlü caddede önce sağa, sonra sola, sonra sağa, önüne, tekrar sağa, son kez sola, ve son kez sağa baktı.

Kız, ertesi sabah O'nun resmini gazetenin üçüncü sayfasında gördü, bir intahar haberinde.

30 Mayıs 2013 Perşembe

Kar Perisi


O büyük şehre yıllardır tek bir tane kar yağmamıştı. İnsanlar o şehirde kar hakkında yıllarca konuşmuş ama şehrin en yaşlı kadının büyükbabası bile kar yağışını görmemişti hiç hayatında. Kar, sadece birkaç yılda bir o şehirden geçen bir tüccar grubunun hikayelerinde, ve açık günlerde ufukta görünen ihtişamlı dağın doruklarında görünen beyaz lekelerden ibaretti o şehrin yaşayanları için. Hava ilginçti o şehirde, özellikle uğraşır gibiydi kar yağmasın diye. Yazın mevsim çok sıcak ve kurak geçerdi. Şehrin hemen kıyısında akan dere sanki incecik bir sazmış gibi incelir, insanlar içeceklerini idareli harcamak zorunda kalırlardı. Kışın ise çok soğuk ve yine kurak geçerdi. Baharlarda ise yağmur nadiren dururdu. Kışın, eğer gökyüzünde bulutlar birikirse, şehir sakinleri anlardı havanın ısınacağını, çünkü ne zaman kış ortasında yağış gelecek olsa, anlamsız bir şekilde ılık bir hava olur ve yağmur yağardı. Yağmurun ardından ise hava tekrardan soğurdu ancak bu kez gökyüzünde bir iki beyaz serseri bulut dışında bulut gezinmezdi. Bu nedenle nesillerdir kar yağışı gören olmamıştı. En sarhoş hikayeci bile şehirde kar gördüğünü anlatacak kadar kendini kaybedemezdi.

Çok büyük bir şehirdi o şehir, ve o şehirde yaşayanlar nadiren çıkarlardı şehir dışına, heyecanı sevmeyen, tembel insanların yoğunlukta olduğu şehirde nadiren gezgin ruhlar doğar, daha da nadiren o ruhlar şehri terkederdi. Bir kere o şehirden bir macera için ayrılan birisi o şehre bir daha geri dönmezdi. İnsanlar, gidenlerin kaybolduklarına inanırlardı. Kimse, dışarıda kocaman bir dünyanın, tadılmamış zevklerin ve eğlencelerin olabileceğini aklına getirmek istemezdi. Herkes huzurlu, rutin bir hayat sürmeyi severdi. En büyük eğlence, gece hanlarda anlatılan, çoğunlukla çok uzak akrabaların tanıdıklarından duyulan(!) gezi hikayelerini dinlemekti. Tabii ki bazı tüccar gruplarının anlattığı gerçek olması daha muhtemel hikayeler de olurdu içki masalarında. Ve o hikayeler zamanla uzak bir tanıdığın başından geçmiş hikayeler olarak anlatılmaya devam edilirdi.

O şehirde doğan çocuklar aileleri ne iş yapıyorsa onu yapmaya devam ederlerdi. Aileleri tarafından sevilen insanların karşı cins çocuklarıyla evlendirilir ve olağan hayat olduğu gibi sürüp giderdi. Şehirde oturanları en çok heyecanlandıran hikayeler karla ilgili hikayeler olurdu. Çünkü o şehirdeki en fakirinden en zengine, en iyisinden en kötüsüne istisnasız herkes aynı peri masalıyla uykularını beklemişlerdi, ipek yada çuval kumaşı, ılık yada buz gibi yataklarında. "Kar Perisi". Her çocuk ailesinin hatta kendisinin isimlerinden önce Kar Perisi masalını öğrenirdi. Genelde masallarda yaşananın aksine bu masalın bir çok farklı yorumu yoktu. Şehrin varoşlarında anlatılanla sarayda anlatılan arasında birkaç şive farkı dışında fark bulunmazdı. Hikaye basit ve umut verici ancak bir o kadarda hüzünlü bir masaldı. O şehirde karın yağacağı gece şehirde yaşayanların en yalnızı karşısında Kar Perisi'ni görecekmiş, masala göre. Ve o yalnızlığın en derininde Kar Perisi oturacakmış yanına tek bir isteğini yerine getirmek için o yalnız ruhun. 
Narin bembeyaz teni, dalgalı uzun simsiyah saçları, büyük ela gözleri varmış Onun. Gözlerinde daimi bir anlayış ve çok içlerde yatan derin bir hüzün varmış. O da yalnızmış çünkü. Çok eski zamanlarda, çoktan unutulmuş diyarlarda yaşama gözlerini açmış minik bir kız bebeği. Bir sarayın avlusunda bulunmuş kundağı hiç dinmeyen bir kar fırtınasının içinde. Tek bir cümle yazılıymış kundağın koynunda "Kızıma iyi bakın". Nereden geldiğini kimse anlayamamış o karanlığın en derininin yaşandığı gece ve kimse anlayamamış o bebek nasıl donup ölmemiş avluda bulunana kadar. Bebeği, sarayda çalışan temizlikçilerin en yaşlısı, tabii ki Büyücü Kral'ın izniyle, evlatlık almış yanına. "Tek kızımı bir kar fırtınasında kaybettim Lord'um, şimdi fırtına bana bir tanesini getirdi" demiş, ve iyi yürekli Kral yaşlı temizlikçinin isteğini kabul etmiş. Bu sayede minik kız kendine bir yer edinmiş ve bir de anne. Herkesi şaşırtacak şekilde hiç hastalanmamış bebek, o sırılsıklam kundağına rağmen. Ve bir kerecik olsun ağlamamış, ne soğuk ne de sıcaktan. Zamanla büyümüş o bebek ve önce küçük ardından ise genç bir kız çocuğu haline gelmiş. Annesi ile sarayda çalışmaya devam etmiş, annesi iyice yaşlanınca artık eskisi gibi görevlerini yerine getiremez hale gelmiş, ancak Büyücü Kral bu duruma göz yummuş, ve genç kızın, yaşlı annesine sarayda bakmasına izin vermiş. Çok çekingen genç kız, annesi dışında kimseyle konuşamazmış, hatta annesi dışında kimsenin gözlerinin içine bakamazmış. Öyle öğretmiş annesi O'na "sen burada çalışıyorsun benim güzel kızım, bir lanetin var, ileride öğreneceksin, o yüzden bakma kimsenin gözlerine, konuşma kimseyle ki başın derde girmesin" dermiş hep. Kız kendi kendine düşünüp durmuş bu lanetin ne olabileceğini, ama hiç bir şekilde bulamıyormuş, bulsa bile ne olduğunu, ondan nasıl kurtulacağını bilmiyormuş. Lord'unun 'Sanat'tan bahsettiğini duymuş, ve lanetlerden, daha önce. Annesine sormuş bu 'Sanat'ın ne olduğunu. "Büyü. Benim canım kızım, işte bu yüzden Büyücü Kral diyoruz Lord'umuza, ve Cadı Kraliçe diyoruz Leydi'mize. 'Sanat' herkese bahşedilen bir özellik değildir, sende de olan bir yetenek değil, sıradan insanlara bahşedilemeyecek kadar kutsaldır." Bu nedenle lanetinin ne olduğunu öğrenebilse bile o  lanetten kurtulamayacağını anlamış ve zamanla kabul etmiş. Bu nedenle kimseyle konuşmamış ve kimsenin gözlerine bakmamış, annesinin dediği gibi lanetinin ne olduğunu öğreneceği günü beklemiş. Yıllar geçmiş ve genç kız 20 yaşını kutluyacağı gece yaşlı annesini kaybetmiş. Ve yapayalnız kalmış kocaman dünyada. Geçen yıllar sadece annesini elinden almadığı gibi, ona laneti hakkında hiç bir ipucu getirmemiş, ya da o görememiş.
Sarayda genç kızın lanetinin farkında olan kişi sadece yaşlı annesi değilmiş tabii ki, hatta lanetinin farkında olmayan tek kişi kendisiymiş. Güzelliği. Bütün diyarlarda görülebilecek en büyük güzelliğe sahipmiş o kız. O'nu sarayda bir kez gören başka diyarların lordları asla unutamazlarmış suratını, kocaman ela gözlerini, kıpkırmızı dudaklarını, süzülür gibi narin yürüyüşünü ve pürüzsüz bembeyaz tenini. Bu sayede güzelliği bilinen bütün diyarlarda anlatılmış, merak edilmiş, ve aşık olunmuş. O'na aşık olan sadece diğer diyarların lordları değilmiş. Gün be gün büyümesini izleyen iyi kalpli Büyücü Kral'da zamanla aşık olmuş bu karşı konulamaz güzelliğe. Ne zaman görse genç kızı kalbi daha hızlı atmaya başlamış, çok sevdiği, asırlardır beraber yaşadığı karısı Cadı Kraliçe eskisi kadar dikkatini çekmiyormuş artık, ve tüm diyarların en zeki kadını olan bu kadın tabii ki farketmiş bunu. Önce zamanla geçeceğini düşünmüş, böyle heyecanlar her zaman duyulmuştur ölümlülere karşı diye teselli etmiş kendisini, ve geçip gideceği günü  beklemiş. Ama Büyücü Kral'ı gün geçtikçe daha az görür olmuş, Büyücü Kral ise beğeninin aşka dönüştüğünü farkedememiş bile. Sükuneti kıskançlıkla yer değiştiren Cadı Kraliçe bir gün genç kızı odasına çağırmış, Büyücü Kral diplomatik seyahatlerinden birindeyken. Kızı almış karşısına, kızın güzelliği, o yaralı ve kıskanan kadını bile etkilemiş, kız ağır ahşap kapıdan odaya doğru süzülürken. Gözlerini kapatmış ve herşeyden çok sevdiği kocasından özür dilemiş yapacakları için, 'Sanat'ın akıl almaz cümlelerini baştan sona, sondan başa, aralıksız, nefes almaksızın tekrarlarken açmış gözlerini ve son kelimesinde lanetin o güzelim ela gözlere bakmış, o gözleri gören son insan Cadı Kraliçe imiş. Lanet basitmiş, ama çözülemezmiş, kızın hikayesiyle uyumluymuş, çünkü Cadı Kraliçe kızın hayatlarına girdiği günü asla unutamamış. "Kar yağmayacak diyarların en kurusunda, karın yağdığı gece, o diyarlarda gezen ruhların en yalnızı eğer isterse seni görebilecek. Ve kar  durduğunda tekrar yok olacaksın, o yalnız ruhta hiç bir hatıra bırakmaksızın." Seyahatinden dönen Büyücü Kral bunu öğrendiğinde çıldırmış ve kendini laboratuarına kapatmış. Kızı geri döndürmeye çalışmış yıllar boyunca, ama becerememiş, çünkü en az kendisi kadar güçlü bir büyücüymüş karısı. Cadı Kraliçe ise pişmanlıkla yıllarca kapısında yatmış laboratuarın, ama o kapıları açıp kocasından özür dilemeyi becerememiş. Ve bir gece, Kral ve Kraliçe umutsuzluklarının en dibindeyken Kralın aklına bir fikir gelmiş. 'Sanat'ı kullananların kanını donduran bir büyü varmış, intahardan bile daha korkunçmuş bu büyü. Kendi güçlerinin sıradan bir ölümlüye aktarılması. Başka bir çaresi kalmadığını anlayan kral yıllar süren deliliğinin sonuna böyle geleceğini anlamış, ve güçlerini güzel kıza aktarmış, "Sen ki laneti sadece doğanın güzelliği olan masum kız, sen ki aşkı kıskançlıkla, bilgeliği heyecanla, hayatı ölümle bir yapan kız, sen ki her insanın görmesi sevmesi gereken kız, sen ki lanetini benim bile bozamayacağım kız, sen ki hayatı derin yalnızlıkla geçecek kız, yalnızlığı sadece daha derin bir yalnızlıkla bozulacak kız, güçlerim senin olsun ve sor, sor birisi görür ise seni zamanların en bilinmezinde, bir isteğin varmı diye. Ve gerçekleştir dileğini en içten sevginle. Sen, Kar Perisi". Bu sözler 'Sanat'a hakim herkesin zihinlerini ve kalplerini dağlamış o gece, ve yıllarca unutulamamış. 
Ve o büyük şehirde yaşayan her insan yaşadıkları şehrin kar yağmayacak en  kuru diyar olduğuna inanır ve eğer bir gece kar yağarsa, o gece yalnızlıkların en derinini yaşayan insanın güzelliği dillere destan Kar Perisi'ni göreceğine ve bir dilek dileyeceğine inanırdı.

Eugène, basit bir anne ile aynı basitlikte bir babanın ilk doğan evlatlarıydı. Annesi, kendi annesinden öğrendiği terzilikle günlerini doldururken, babası şehrin kıyılarında bir demirci ocağında çalışırdı. Bundan önce iki kez düşük yapan annesi azmetmiş ve üçüncü gebeliğinde bebeğini doğurmayı başarabilmişti. Aile sevince boğulmuştu doğum sonrasında bebeklerinin sesini ağlarken duyduklarında. İkiside bilemezdi bu bebeklerini ilk ve son kez ağlarken duyuşları olduğunu. Annesi bebeğini ilk kez kucağına aldığı anı asla unutamıyordu, her gece rüyalarında görüyordu. Mutluluğun yanında hissettiği şey dehşetti. Bebeğini kucağına aldığı anda, Eugène ağlamayı kesmiş ve dikkatlice annesini incelemeye başlamıştı. Koyu yeşin gözleri çok derin bakıyor, sanki gördüğü herşeyi içine çekiyor gibiydi. O an tüyleri diken diken olmuştu daha yeni anne olmuş genç kadının.
Bebeğin kemikli suratında çoğu yetişkinde görülmeyecek bir zekanın izleri vardı. Yaklaşık bir dakika kadar bakıştı anne ve yeni doğmuş çocuğu. Sonunda Eugène birşeylerden tatmin olmuş gibi gözüküp gözlerini kapatmış ve başını annesinin göğüsleri üzerine yaslayıp hayatının ilk uykusuna dalmıştı. Olanları dehşetle izleyen babası, yeni doğmuş bu  çocuğun ilk nefeslerinden itibaren O'ndan hayatı boyunca ürkeceğini anlamıştı.

Yıllar geçiyordu bu basit aile için, Eugène zamanının çoğunu evde annesiyle birlikte geçiriyordu, henüz demirci ocağında çalışacak kadar güçlü bir fiziğe sahip değildi -babasına göre asla sahip olamayacaktı- bu nedenle evde annesine diktiği basit elbiselerde ya da nevresim takımlarında yardımcı oluyordu. Annesine oranla aynı işi genç yaşına rağmen çok daha hızlı ve kusursuz bir şekilde yerine getirebilmek gibi bir huyu vardı genç Eugène'in. Her ne kadar bütün günleri beraber geçse bile annesi nadiren onunla konuşur ve asla gözlerinin içine bakmazdı. Çünkü yıllar içinde gözleri, doğumundaki etkileyiciliklerinden hiç bir şey kaybetmemiş, aksine, edindiği tecrübeler sayesinde daha sorgulayıcı ve daha derin bir hale bürünmüştü. Koyu çam yeşili gözleri, omuzlarına gelen siyah saçları ve çilli yanaklarıyla, yaşlı bir ruhu bir çocuk bedenine sıkıştırmaya çalışırken ortaya çıkan tezat bir vücut çıkmıştı ortaya. Eugène ailesinin ondan çekindiğinin basbaya farkındaydı, doğduğu gün farketmişti bunu, annesiyle ilk bakışmalarında, o zamandan beri  bunu biliyordu bu nedenle onları tedirgin etmek istemiyordu. Annesini de babasını da çok fazla seviyordu, ancak sevdiğini söyleyemiyordu. Tek arzusu ve anlayamadığı tek şey, onların da onu sevip sevmediği idi, sevilmek istiyordu.

Eugène, diğer çocukların aksine evin dışında vakit geçirmeyi çok sevmezdi, çünkü hayatı boyunca onun en yakını olacak insanların bile ondan nasıl ürktüğünün farkındaydı, dışarıda insanları kim bilir nasıl tedirgin ederdi? Bu nedenle annesinin istediği ufak tefek şeyleri satın almak için dışarı çıktığı zamanlar dışında hiç çıkmazdı küçük tek odalı evlerinden. Annesiyle birlikte birşeyler dikmekten hoşlansa da, o kadar basit gelirdi ki bu iş O'na, kendine yapmak için bir şeyler arayıp dururken evin içinde bir gün çok eski bir kitap buldu yüklüklerin içinde, yıllardır giyilmemiş çok eski elbiselerden birine sarılmış. Okuması yazması yoktu, annesinin ve babasının da yoktu. Elinde bulduğu bi kitapla ne yapacağını bilemez halde, bir müşterisinden ölçü alan annesinin bulunduğu odaya girdi. Annesi, müşterileriyle ilgilenirken Eugène'in ayak altında dolaşmasını istemezdi, hem kendisini hemde müşterilerini huzursuz etmesin diye. Müşterisi annesiyle hemen hemen aynı yaşlarda, daha bakımlı ve çok daha iyi giyimli bir kadındı. Ancak, diye düşündü Eugène, bu kadın gösterişine böyle para harcamaya devam ederse, bu kış yiyecek satın alabilmek için pek bir parası kalmayacak. Haklıydı da, o kadın yıllarını farklı erkeklerin kollarında, onları eğlendirirken kendisi de eğlenerek geçirmişti, bir çok varlıklı ailenin akrabalarndan evlenme teklifi almış, herbirini kabul etmiş ancak o düğünler hiçbir zaman gerçekleşmemişti. Şimdi ise gençlik yıllarındaki güzelliğine hafif hafif gölgeler inmeye başlamış, ve Eugène'le yaşıt 12 yaşındaki kız çocuğuyla, bir zamanlar yaşadığı hızlı ve eğlenceli hayatın yankılarını yakalamaya çalışıyordu. Eugène kadına acıdı. Ve kadına acırken kadının yanındaki kendi yaşıtı kızı farketti. Kızıl kıvırcık saçları bukle bukle omzunu yakarken, masmavi gözleri okyanusları sanki içinde barındırıyordu, çilli yanakları utançtan kıpkırmızı olmuş gözlerini hemen Eugène'in çam yeşili gözlerinden kaçırmıştı. Eugène bu kızı hayatı boyunca asla unutmayacağını o an anlamıştı.
"-Anne, bu kitabı okuyabilmek istiyorum.
-Eugène, oğlum, müşterim var görmüyor musun?
-Görüyorum anne, ama bu kitabı okuyabilmek istiyorum"
Annesi ilk defa Eugène'le iki cümleden daha uzun bir şeyler konuştuğunu farketmiş olmanın verdiği dehşetle beraber müşterisinden bir saniyelik izin istedi.
"- İnatçı çocuk ben şunun kulağını bir çekeyim hemen dönüyorum kusura bakmayın.
-Hiç önemli değil şekerim, eğer bir okuma öğretmeni gerekiyorsa ben size yardımcı olabilirim ah ha ha, bu yakışıklı küçük adamla çalışmaktan keyif alırım, tabii ki, ehm, nasıl desem? Sanırım bu durum, bu kıyafetin fiyatıyla ilgili bir yeniden değerlendirme yapmamız anlamına gelecektir. Ah ha ha."
Bir insanın Eugène'le iletişime geçmeyi teklif etmesi hem Eugène hem de annesi için büyük bir şok olmuştu.
"- Ta... tabii. Çalışmak isterseniz, Eugène? Ne dersin?
-O... ol... olur, isterim."
Müşteri bir anda çıktığı tabureden aşağı atlayıp tiz bir kahkaha atarak " Mükemmel! Yarın akşam seni bizim evde bekliyor olacağım, yakışıklı küçük adam, okumayı öğrenmek istiyorsan gel." Ve çok uzak olmayan evlerinin yerini tarif etti Eugène ve annesine.

İşte böyle tanıştı, bir yaz akşamı Eugène, Leala ile. Düşündüğü gibi, Leala'yı asla unutamadı onu ilk görüşünden 15 yıl sonrasında bile. Babası iki yıl önce bir meyhane kavgasında öldüğünden beri Eugène annesiyle aynı tek odalı evde yaşıyordu. Babasının işi olan demircilik için hiç bir zaman yeteri kadar güçlü bir fiziği olamadı, aynen babasının düşündüğü gibi. Bu nedenle o ocağı babası öldükten sonra sattılar. Eugène annesiyle beraber terzilik yapmaya devam etti. Gelen erkek müşterilere kendisi, kadın müşterilere ise annesi bakıyordu. Gizemli bir şekilde annesinin diktiği kıyafetler, her zaman annesinin dikebileceğinden çok daha kaliteli ve yaratıcı oluyor, ve bu nedenle işleri giderek artıyordu. Erkek müşteriler ise Eugène'in diktiği takımlardan her zaman hoşnut kalıyorlardı. Eugène her gece yatağına yattığında, okuma dersleri almaya başladıktan kısa bir süre sonra sonunda annesi zengin bir kocayla evlenebildiği için bu şehirden giden Leala'yı düşünüyordu. Kendince inandığı tanrısına, ona bu hafızayı ve zekayı bahşettiği için hem lanet, hem teşekkür ediyordu. Çünkü Leala'yı ve onunla geçirdiği her bir kısa anı bile en ince detayına kadar hatırlayabiliyor, ve her gece bunları tekrardan yaşayarak Leala'yla beraber mutlu olabiliyordu. Ancak normal bir insan gibi unutabilmiş olmayı tercih eder miydi etmez miydi buna karar veremiyordu. Artık evlenme yaşını geçmişti, annesi Eugène'in bir kadınla evlenebileceğini asla düşünmemişti zaten. Çok yakışıklı hatlara sahip olsa da, o garip gözler bütün insanların ondan çekinmesine neden olmaya devam ediyordu. Ancak yaptığı işi böylesine iyi yapması, müşterilerini o bakışları görmezden gelmeye zorluyordu. İyi para kazanıyorlardı ve yaşadıkları ev, hayattan büyük beklentileri olmayan bu anne oğula yetiyordu. Ancak bu kış, hiç beklenmeyeceği kadar soğuk geçiyordu. Normalde bir kış boyunca yetecek odun üç haftada tükenmişti, neyse ki biriktirdikleri paralarla daha fazlasını alabilmişlerdi ve evlerinde, bir çok aileden çok daha sıcak bir şekilde oturabiliyorlardı taş şöminenin başında. Birbirleriyle geride bıraktıkları 27 sene boyunca olduğu gibi çok az konuşuyorlardı. Eugène, annesinin onu çok sevdiğini biliyordu artık, O da sevmeye devam ediyordu. Garip bir sevgiydi bu, korkuyla bezenmiş, anlamsızca bastıran farklılıkların gölgesinde kalmış, ama çok güçlü bir sevgiydi.

Eugène annesine baktı, "Ben biraz dışarı çıkacağım anne. Neden bilmiyorum, yürümek istedi canım. Leala'nın eski evinin yakınındaki parka gitmek istedim.
-Tabii çık oğlum, yalnız çok dolaşma, dışarısı çok soğuk.
-Tamam anne, görüşürüz bir belki iki saate kadar.
-Kendine dikkat et" kalktı, içerden üstüne kalın paltosunu aldı, sıkı sıkı sarındı ona ve evden çıkmadan önce annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Annesi çok şaşırmıştı, hayatında ikinci yada üçüncü kez Eugène öpüyordu annesini. Bu gece bir şeyler olması gerektiğinden çok farklı gelişiyordu. Evden çıkan Eugène, hayatının en güzel saatlerinin geçtiği evin yolunu tuttu. Okumayı ve yazmayı bir çok insandan çok daha çabuk öğrenmişti, ancak dersler daha uzun sürsün ki Leala'yı daha uzun süre görebilsin diye hep normal bir insan temposunda okumaya özen gösterdi. Hayatında ilk okuduğu hikaye en sevdiğiydi, bu şehirde doğmuş bütün çocukların aksine her gece kulağına fısıldanmayan "Kar Perisi" masalı. Kendisini her zaman o periye benzetirdi. Peri çok güzeldi, bu yüzden  lanetliydi, kendisi ise çok zekiydi, bu yüzden lanetliydi. İkiside yalnızlık içinde bir ömür sürmüşlerdi. Ve anlaşılan oydu ki ikisinin hikayesi de olması gerektiği gibi bitmeyecekti. Birisi lanetli, hiç yağmayacak karı bekleyecek diğeri ise, gidenin geri dönmediği bir şehirde gitmiş olan hayatının aşkını bekleyerek ölecekti.

Bu düşünceler kafasında dolanmaya devam ederken fark etmeden varmıştı evinden çok uzak olmayan parka. Orada gözlerden uzak, çam ormanının hemen dibinde iki kişilik bir bank vardı, yıllar önce bir iki kez Leala'yla sıkıcı çocuk oyunları oynamışlardı. Ama hayatının vazgeçilemeyecek anılarıydı bunlar. Ve kafasında Leala'nın düşünceleri, hayalleriyle banka yaklaştı, oturmadan önce bankın üstünde birikmeye başlamış ince kar tabakasını sağ elinin istemsiz bir hareketiyle silkeledi, sonra arkasını döndü ve tam otururken donakaldı. Ben az önce ne yaptım?! Diye geçirdi içinden hayatında hiç hissetmediği bir heyecanla. Yavaşça bakışlarını gökyüzüne kaldırdı. Kavun içi gökyüzünden tembel bir kar tanesi ağır ağır süzüldü ve tam burnunun ucuna kondu. Gözleri şaşı halde burnunun ucunda gördüğü şeye inanamazken kar tanesi eriyip kendini tüketti. Bir inilti çıktı dudaklarının arasından, ardından kocaman bir kahkaha. Kar yağıyordu! Banka çöktü ve kafasını yukarıya kaldırıp büyülenmiş bir şekilde gittikçe hızlanan kar yağışını izlemeye daldı. Saniyelerin dakikalara, dakikaların ise saatlere karışmasına izin verdi. Suratına düşüp eriyen kar taneleri gözlerinden, 27 boyunca akmamış yaşlara karışırken solunda bir ses duydu. Kafasını uyuşuk bir şekilde sola yatırdı, bembeyaz bir pardösü içinde zarif bir siluetin kendisine doğru seyirttiğini gördü. Eugène, pardösünün kesiminin güzelliğine öylesine kaptırmıştı ki kendisini, pardösüyü giyen kadının ateş kırmızı saçlarını farkedemedi, kadın bir kaç adım ötesine kadar yaklaşana kadar.

"-Eskiden burada garip gözlü bir çocukla oyunlar oynardım. Hep sıkıldığını düşünürdüm oynadığımız o oyunlardan, ama gözleri o kadar etkilerdi ki beni oynamaya devam etmeye çalışırdım hep
-Kusura bakmayın Leydi'm, şıklığınıza hayran kaldım, ben bir terziyim. Böylesine kusursuz bir palto, ve böylesine.... Ne dediniz pardon?
-Eskiden, bundan 15 sene önce, henüz ben bu şehirde yaşarken, şu anda oturduğunuz bankın önünde garip yeşil gözleri olan bir çocukla oyunlar oynardım dedim. Gözleri beni öylesine etkilerdi ki, sanırım onu bulmak için tekrar geldim bu şehre.
-Le.. Leydim? L... Le... Leala?
-İsmimi nereden biliyorsunuz?"
Oturduğu yerden kalkan ve ağaçların gölgesinden kurtulan Eugène gizemli kadına bir adım yaklaştı.
"-Sensin.
- Evet Leala, benim.
- Ne kadar büyümüşsün. Ve ne kadar.... Etkileyici bir erkek olmuşsun. Ve gözlerin.
- Öyle mi dersin? Ya sana ne demeli? Bir saray leydisi kadar şık ve güzelsin. Ve saçların, hala omzunda oynaşan alevler gibi, gözlerinse bütün okyanusları sanki içinde barındırır gibi mavi.
- Haha, gözler konusunda tartışmamalıyız bence. Yıllarca hep bir yolunu bulup bu şehre geri dönmek istedim, seni tekrar görebilmek için. Ancak, dünya gerçekten çok büyük, ve bir şehirden bir başkasına hareket edebilmek her zaman gerçekleştirilebilen bir şey değil.
- Ben de her gece, seni bekledim, aslında ne bekleyeceğimi bilemeden. Hergün seni düşledim, nasıl göründüğünü tahmin etmeye çalışarak."

Ve konuşmaya başladılar, iki kişilik bankta yan yana oturarak. Hayatlarını anlattılar birbirlerinden uzak ama birbirlerini bilmeden düşünerek geçirdikleri zamanı anlattılar bambaşka şehirlerde. Kar lapa lapa yağmaya devam ederken Eugène'in aklına o masal geldi, "Kar Perisi, sen bu masalı biliyor musun Leala?
- Tabii ki! Nasıl bilmem? Herkes bilir.
- Oh doğru ya. Bu şehirde ben hariç bütün çocukların bildiği masal. Sence bu gece Kar Perisi gerçekten birinin yanında mıdır şu anda? Ve onun tek bir dileğini gerçekleştiriyor mudur?
- Bu sadece bir çocuk masalı olsa da sevgili Eugène, seni bu gece burada bulmuş olmam, kar yağışının altında, bana bu masalın ne kadar gerçek olabileceğini gösterdi. Belki ikimizden birinin yanındaydı bu gece Kar Perisi ve bize en istediğimiz şeyi verdi? Birbirimizi.
- Bunu bende düşündüm biricik Leala'm ancak, darılmaca yok, eğer Kar Perisi bu gece benim yanıma gelmiş olsaydı, sanırım ondan benimle kalmasını dilerdim. Ah hemen kızma, ben yalnızlığın ne olduğunu biliyorum Leala, ve o güzel, masum, yalnız Kar Perisi'ni bu yalnızlığından kurtarabilmek isterdim, evet sanırım eğer karşıma gelsey... brrrr.. ne oldu böyle birden?"
Eugène bir anda tam ensesinde, hafif uzun saçlarından sırtına doğru buz gibi bir dokunuş hissetti ve sıçrayarak arkasını döndü. Arkasına döndüğünde bankın hemen arkasındaki çam ağaçlarının dallarının ileri geri sallandığını gördü. Belki de sadece rüzgardan. Ama meraklandı, biraz daha yaklaşınca, yerde donmuş çıplak ayak izleri gördü, ormanın içine doğru uzaklaşan. Ve bir kaç tane buzdan göz yaşı damlası, tam az önce oturduğu yerin arkasında. "Kar Perisi?" diye fısıldadı, ağzından nefesiyle beraber beyaz duman çıkıp havada asılı kaldı.

Kar durmuştu.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Söz.


Öldüm. Mü? Karanlık. Epey. Siyah heryer. Göremiyorum. Bir saniye, görmek. Görmek için ne yapıyordum? Göz. Gözler. Görmemi sağlayanlar gözlerimdi sanırım. Gözlerim neredeydi? Evet, evet. Gözlerimle görmem gerekiyor. Şimdi gözlerimin nerede olduğunu hatırlamam gerekiyor. Hatırlamak? Hatırlamak. Hafıza! Hafızam, anılarım. Gözlerimin anısı. Şu an bir yerimi çalıştırıyor olmam lazım. Düşünmek. Düşünüyorum. Pekala düşünebiliyorum. Gözlerimle görmem gerektiğini düşünebiliyorum. Görmek için gözlerimi kullanıyorum. Düşünmek için ise. Düşünmek için ise.... Beynim! Tamam bunuda hallettik. Şu an beynimi kullanıyorum o zaman. Çünkü düşünüyorum. Beynim neredeydi? Hatırladım! Hafıza. Beynim, başımda. Başım? Düşün, düşün, düşün, düşün. Ölmeden önce neye benziyordum? Öldüm. Mü? Hayır hayır aynı noktaya dönme. Ölüp ölmediğimi bilmiyorum. Ama öldüğümü varsayarsak, ölmeden önce neye benzediğimi hatırlayabilmem lazım. Hafıza, düşünceler, düşünmek, beyin. Evet! Kafa. Kafamın nerede olduğunu hatırlamalıyım. Neye benziyordum. İnsan. İnsan. İnsan neydi? Ben. Ben insandım. Sanırım. Biraz daha düşün. Evet buldum! Kafa, en yukarıda. Kafam yani eğer varsa vücudumun en üstünde olması gerekiyor. Üst. Şu an üstüm neresi acaba? Bir saniye. Kendi kendime konuştuğumu varsayarsak, bu konuşmaların yapıldığı yerin benim üstüm olması gerekir. Sonuçta, kafanın vücudun en üstünde olduğunu hatırladım. Hatırladım mı? Çok emin değilim. Ama. Şimdilik elimde daha iyi bir fikir yok. El? Elim. Dur. Dağıtma düşüncelerini, elimle biraz sonra ilgilenirim, önce gözlerimi bulabilmem lazım.
Diyelim ki kafam en yukarda, bu konuşmaların olduğu yerde. Gözlerim, yakın olması lazım. Kafama yani. Bana yakındır diye tahmin ediyorum. Ama benim nereme yakın? Düşünelim. Haraket ederken bir tarafa doğru hareket edebilmem için orayı görebilmem gerekir. Görebilmek için gözlerime ihtiyacım var. Nereye gideceğimi en iyi görebileceğim yer, vücudumun, eğer varsa, en yukarısı olması gerekir. Tabii bu tamamen benim varsayımım, umarım en az benim kadar mantıklı birisi tarafından yaratılmışımdır. Her neyse. Gözlerimin vücudumun en üstünde olduğunu düşünelim. Kafamda vücudumun en üstünde yer aldığına göre, gözlerimin kafamda olması son derece mümkün. İnsan silüetini hatırlar gibiyim. En yukarıda büyük bir küre olduğunu hatırlıyorum. O zaman, kafam yuvarlak. O yuvarlaktan bir çıkıntı hatırlamıyorum. Tamam! Kafam gözlerimde. Yada gözlerim kafamda. Ama bir alakaları var! Güzel. İlerliyorum. Gözlerimle görebilmem gerektiğine göre, ve ben şu an karanlık dışında bir şey göremediğime göre. Ya gözlerim çalışmıyor. Ya etraf çok karanlık gerçekten. Ya da... Hmm. Gözlerime birşey yapmam lazım görebilmesi için. Hatırla, hatırla, buraya kadar çok iyi geldim. Biraz sakinleşeyim önce.
Tamam. Nerede kalmıştık? Evet, gözlerim. Düşün, gözlerin özelliklerini düşün. Renk. Evet! Gözler farklı renklerde. Bir çok renk olabilir. Peki bunun bana ne faydası var? Renk değiştiren gözler. Gözler renk değiştirebiliyor muydu? Sanırım. Ne zaman? Ne olması gerekiyor gözlerin renk değiştirebilmesi için? Düşün, düşün, düşün, düşün. Evet! Hatırladım. Göz yaşı. Adı üstünde, gözle alakalı bir şey olduğu kesin. Kızaran gözler. Alerji? Mutluluk. Mutsuzluk. Evet, ağlamak! Gözlerden yaş akması, bu gözün rengini değiştiren bir şey. Pekala. Bunun bana ne faydası var? Göz yaşı. Göz yaşı sadece ağlarken akmaz. Tamam bunu biliyorum. O zaman ne işe yarıyor göz yaşı? Gözlere bir şey yapıyor. Ne yapıyordu? Evet! Nem. Gözlerin nemli olması gerekiyor. Tamam. Gözlerle ilgili bir çok şey hatırlayabildim. Pekala ne faydası olacak bunların bana? Gözleri göz yaşı nemlendiriyor. Ama insanlar sürekli ağlamıyor. Demekki o gözyaşlarının akmasını engelleyen bir şeyler var. Bir çeşit filtre gibi? Filtre. Göz filtresi? Hiç tanıdık gelmiyor kulağa. Filtre değilse. Evet! Kapak! Göz kapağı. Gözü koruyor, yani gözün üstünde. Tamam, herşey yerine oturuyor. Gözlerim şu an kapalı ise. Görememem normal. Yada normal mi? Belki kapağı görmem gerekir o zaman? Işık geçirmiyorsa kapak. O zaman karanlık olur. Aynı şu an olduğu gibi. Yani gözlerim kapalı ve açabilmem lazım.
Kafamda görmemi sağlayan gözlerim var, ama kapakları kapalı olduğu için göremiyorum. Evet, sanırım durum bu. Gözlerimi aç. Açılın. Açıl. Açılın. Kapaklar? Hmm. Çok sözümü dinlemiyor gibiler. Manzara aynı. Belki de onlarla konuşmadan açılmalarını beklemeliyim.
Bu böyle olmayacak. Düşün. Hareketten bahsettim az önce. Nasıl hareket ediyordum? Yürümek? Yürümek. Yürürken ne yapıyordum acaba? Hatırladım! Yoruluyorum. Çok yürüyünce yoruluyorum. Çok yürüyünce yorulmamın nedeni neydi? Birazdan delireceğim. Ölmediysem cidden çok kızacağım ama. Sakin ol. Tamam. Sakinim. İnsan siluetini düşün tekrar. Evet güzel. Ayakta duruyor. Ayak?! Ayak neydi? Ayakta duruyorsa, durduğu yerin adı ayak. Yada üstünde durduğu şeyin adı ayak. Ayak, o zaman vücudumun en altı. Pekala güzel. En üstü kafa, en altı ayak olan bir vücudum olduğunu düşünüyorum, insan olduğumu düşünürsek tabii ki. Pekala insanım, bunu artık tartışmayayım kendimle. Çözmem gereken çok daha önemli sorunlarım var. Şu gözümün kapaklarını açabilmek gibi. Pekala, çok uzun yürüyünce yoruluyorum. Neden? Kaslar! Hahahahaha! Buldum sizi. Eğer yürümek için kaslarımı kullanıyorsam, göz kapaklarımı açmak içinde kaslarımı kullanmam gerekiyordur diye tahmin ediyorum. Son derece mantıklı geliyor kulağa. Şimdi kaslarımı hareket ettirmek kaldı. Bir saniye. Eğer bir vücudum varsa, kaslar işime yarayacaktır. Eğer öldüysem. Öldüysem vücudum olacak mı? Ölmedim diyelim şimdilik. O zaman kaslarım var. Yani bir şekilde kaslarımı kullanabilmem gerekiyor.
'bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...'
Bu ses ne? Neden sustu şimdi? Her neyse. Bir şeyler duyabildiğime göre, demek ki henüz ölmedim. Yada öldüm, fişliyorlar bizi. Biz? Dur! Kafanı toparla. Önce şu göz işini bir halledebilmem lazım. Gerisiyle sonra ilgilenirim.
'bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...'
Bak yine. Şu sesin nerden geldiğini bir anlayabilsem. Sanki her yerden yada hiç bir yerden gelmiyormuş gibi. Belkide konsantrasyonumu bızmaya çalışan birileridir. Kulaklarını tıka sese! Kulaklarım! Kafamda gözlerim dışında bir de kulaklarım var! Tabii ya. Hatırlıyorum yavaş yavaş. Güzel eğer duyabiliyorsam. Kulaklarım çalışıyor demektir. Bu da gözlerimin çalışmaması için hiç bir neden olmadığı anlamına gelir. Ah şu kapakları bir açabilsem. Tamam. En baştan alalım. Bir vücudum var. İnsanım. Vücudumun en aşağısında ayaklarım, en ykarısında kafam var. Vücudumda çok yürüyünce yorulan kaslar var. Kafamın üstünde gözlerim ve kulaklarım var. Ve öyle tahmin ediyorum ki gözlerimin üstünde sürekli ağlamamı engelleyen kapaklarım var. Ve bu kapakları açmadan karanlık olmaya devam edecek.
'bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...'
Kesinlikle son derece sinirimi bozmayaa başladı bu gelip giden ses.
'tık tık tık tık... tık tık tık... tık tık tık tık tık... tık tık tık tık'
Hah, bir de bu tıkırtı eksikti. Bipler yetmiyormu gibi şimdi birde tıklar başladı. Neyse. Toparla kendini. Evet kaslar. Kaslar ve gözümün kapakları. Bir şekilde o kapakları açabilmem lazım. Yoksa bu sıkıcı karanlıktan çkamayacağım. Kaslarımı kullanarak yaptığımı hatırladığım tek haraket, yürümek. Nasıl yürüdüğümü hatırlamam gerekiyor. Ayağa kalkıyorum. Şu ayağın da neye benzediğini bir hatırlayabilsem. Neyse sorun bu değil şu an. Ayağa kalkıyorum. Evet. Ayaktayken yürüyorum. Önce bir ayağımı ileri uzatıyorum. Güşmediğime göre, bir ayağım daha var. İlk uzattığımı yere bastıktan sonra, diğerini uzatıyorum. Evet aynen böyle. Yürümeyi hatırladım! Yürümeyi hatırladım ama, bacağımı ileri uzatırken ne yaptığımı hatırlayamıyorum.
'tık tık tık tık... tık tık tık... tık tık tık tık tık... tık tık tık tık'
"yor.... eyi.....im.......or........be....ın......k"
Bu abuk subuk seslerde neyin nesi? Uzaklaşı yakınlaşıyor. Anlayamıyorum. Bana mı söylüyorsun?
'bip..bip..bip..bip..bip..bip..bip..bip..bip..bip..'
Bu bip sesleri mi hızlandı bana mı öyle geliyor? Her neyse! Şu göz kapaklarımı açmam lazım. Lütfen biraz daha sessiz olun! İnsanda huzur bırakmıyorlar. İnsansam tabi. Ve ölmediysem. Öldüysem ve huzursuzsam daha kötü. O yüzden, ölmemişimdir umarım! Bir saniye. Ölmemişimdir umarım mı dedim? Hatıralar. Anılar. Son hatırladığım şey ne? Nerde olabilirim? En son ne yapıyordum. Yürümek. Evet biryere yürüdüğümü hatırlıyorum. Ama nereye? O zamanda karanlıktı? Ama görebiliyordum. Şu an olduğu kadar karanlık değil. Hey! Önce gözlerimi açayım sonra en son ne yaptığımı hatırlarım. Zaten neden hatırlama ihtiyaı hissettim ki? Ne demiştim kendime en son? Onu bile hatırlayamıyorum. Boşver. Açmam gereken iki kapak var hala, ve kendimi oyalayarak zaman harcıyorum. Bir yere mi yetişmem gerekiyor? Neden bu kadar acele ediyorum? En son ne yapıyordum? Yürüyordum. Evet. Karanlıktı, ama şu anki kadar değil. Gözlerim görebiliyordu birşeyler. Gözlerim! Açmam gereken göz kapaklarım var! Yerdeki açık kanalizasyon kapağı gibi. Geceydi, yerde açık bir kanalizasyon kapağı var. "Kapatmalılar yoksa birisi düşebilir" dediğimi hatırlıyorum. Demek? Konuşmak? Yani o garip heceler gibi sesleri bende çıkartabiliyordum. Nasıl? Ağız? Ağız! Bir saniye. Eğer ben o lafı yüksek sesle söylemişsem, yanımda birisi vardı? Nasıl birisiydi? Hatırlamıyorum. Benim kadar uzun değildi. Çünkü ben onun kafasının üstünü görebiliyordum. Eğer o da insansa, ki konuştuğuma göre insandır muhtemelen. Onunda kafası vücudunun en yüksek yeri. Benimki onunkinden yüksekse, benden kısa biri. Uzun saçları vardı. Saç?! Saç! Tamam hatırladım. Bende kestirmiştim saçlarımı 2 yıl önce. Benimkiler de uzundu. O zaman o yanımdaki insan bana benzeyen biriydi sanırım. Zaten yanımda olduğuna göre birbirimizle bir alakamız olmalı diye düşünüyorum.
BU ŞU AN O KADAR ÖNEMSİZ Kİ! Konstanre ol ve şu göz kapaklarını aç. Yerdei kanalizasyon kapağının açık olduğu gibi. Kapağın yanından geçiyoruz. Elini tutuyorum. Neden elini tutuyorum? Düşmesin diye mi? Elini tutuyorum. Çünkü bir şey var. Aramızda. Değişik bir şey. Elini tuttuğumda. Göğsümün solunda bir hareketlenme hissediyorum. Her seferinde. Her seferinde bunu hissediyorum. Oda elimi tutuyor. Gülümsüyor, gözlerime bakarak. Gülümsemek ne kadar yakışıyor. Dudakları. Dudakları yukarı doğru kıvrıldığında ne kadar güzel oluyor. Sonra gözlerini indiriyor. Biliyorum nedenini. Daha fazla bakamaz bana. En çok görmek istediği şey ben olsam da. Artık daha fazla bakamaz. Neden? Neden. Nedenini hatırlayamıyorum. Ama anlayışla gülümsüyorum. Diğer elimle çenesini tutup kafasını kendime doğru kaldırıyorum. Gözleri ıslak. Gözler! Ah şu göz kapaklarımı bir kaldırabilsem, sürekli ağlamamı engelleyen göz kapaklarımı. Gözlerinin içine bakıyorum, oda benimkilere Yalvarır bir ifadesi var. Yapmamı istemiyor. Neyi? Ama istemediğini söyleyemiyor. Çünkü anlıyor beni. Hiç kimsenin sevmediği kadar çok seviyor. Görebiliyorum gözlerinde aşkı. Yaşlarını görebildiğim kadar. Dudakları. Çok güzeller. Yaklaşıyor. Birşey. Bir dokunuş. Son kez. Uzun saçlarında son kez gezdiriyorum elimi. Veda ediyoruz, henüz kabullenememiş. Bırakmıyor beni. Kulağına eğilip verdiği sözü hatırlatıyorum. Tanrım! Şu söz ne? Ben nereye gidiyorum? Gözlerim. Biraz daha kapalı kalabilir.
'bip..bip..bip..bip..bip..bip..bip..bip..bip..bip..'
Hah, bende nerede kaldı bu ses diye huzursuzlanmaya başlamıştım. Arkasını dönüyor. Siyah eteği rüzgarda yırtık bir bayrak gibi çırpınyor. Saçları eteğiyle aynı yöne uçuşuyor. Kolumu beline doluyorum. Son kez saçlarını kokluyorum. Elini elimin üstüne koyuyor. Dudakları aralanıyor. Bir şey söyleyecekmiş gibi nefes alıyor. Gözleri gözlerime ulaştığında, tekrar yaşlar akmaya başlıyor. Konuşamıyor. Söylemek istediği son cümlesini söyleyemiyor. Bırakıyorum onu. Arkamı dönüyorum iki adım atıyorum. Botlarının tok sesi kulağıma ilişmiyor. Bana baktığını biliyorum. Dönüyorum. "Dikkat et dönerken, açık kanalizasyon çukurunu unutma." Gülümsüyor. "Seni seviyorum." Biliyorum. Bende onu seviyorum. "Bende seni seviyorum. Seni bekleyeceğim." Ve son kez dönüyorum yürümeye devam ediyorum. Özgürüm. Özgür olduğumu hissediyorum. Sözünü tutacaını biliyorum. Şu söz de neyin nesi?! Karanlık iyice derinleşiyor. Şimdikine yakın. Artı çok fazla bir şey görmüyorum. Yapmam gerekeni biliyorum. Elimi çantama daldırıyorum. Buz gibi keskin bir şey geliyor elime. Evet! Buldum seni. Mutluluk. Özgürlük. Sevdiğim insanlar. Her biri aklımdan geçiyor. Onlara ulaşmama sadece bir kaç dakika kaldı. Nereye gideceğimi biliyorum. Bileti elimde tutuyorum. Suratımda bir gülümsemeyle çantamdan çıkartıyorum biletimi. Başımı önüme eğiyorum. Ellerime bakıyorum. Gökyüzüne bakıyorum.
'bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...bip...'
Çok parlak! Sesler!
'tık tık tık tık... tık tık tık... tık tık tık tık tık... tık tık tık tık'
Gölgeler dansediyor etrafımda. Gözlerim! Hahaha açtım sizleri. Öyle kolay değil sürekli kapalı kalmak. Gökyüzüne son baktığımda bu kadar parlak değildi. Bir terslik var. Oturmuyorum. Yatıyorum. Başım. Başım dönüyor. Çok halsizim. Gözlerimi açtım ama açık tutabilmek için çok daha büyük bir çaba safetmem gerekiyor. Çok keskin acı! Başım çatlıyor. Ellerim. Ellerimi hissetmiyorum. Ellerim! Nereye gitmiş olabilirler. Bakmak için doğrulmaya çalışıyorum. Başım dönüyor. Tanıdık serinlikte bir el başıma dokunuyor.
"Dinlenmelisin sevgilim. Özür dilerim"
Tanıdık ses. Uzun saçlar! Gülümseyen güzel dudaklar. Öpen. Ağlayan gözler. Elini tutunca göğsümdeki kıpırtı. Sevgilim? Hayır! Sözünden döndü! Sözünden döndü! Burada olmamalıydı. Burada olmamalıydım.
"-Senden.... nefret..... ediyorum.
-Bende seni seviyorum sevgilim.
-Senden.... nefret..... ediyorum.
-Özür dilerim.
-Korkak!
-Çok özür dilerim"
Ağlıyor. Hıçkırıyor. Ama yanımdan kalkamıyor.
"-Beni affedebilecek misin?
-Sadece... Sadece., ailemi ziyarete gidiyordum. Biliyorsun. Neden sözünü tutmadın?
-Seni onlar kadar sevebilirim. Lütfen..." Bir şeyler mırıldanıyor ama söylediklerini anlayamıyorum. Kafasını göğsüme yaslıyor. "Seni onlar kadar seviyorum. Sevebilirim. Bırakma beni." Bu cümleleri tekrarlayıp duruyor ben tekrar karanlığa dalarken.
Reabilitasyonum, 6 ay sürdü. Artık, içinde yaşamayı kabullenemediğim bir çok gerçeği kabullendim. Ve bugün ilk defa geceyi evimde geçireceğim. Evimizde. Hayatımı kurtarmış olan kadınla benim. Beni ailem kadar seven kadınla benim, bizim evimizde. Bavulumu topladım dün geceden. Buradaki arkadaşlarımı öpüyorum teker teker. Birbirimizi en iyi anladığımız arkadaşlarımızı. Doktorlarımı öpüyorum. Onlara teşekkür ediyorum. Her şey için. Ve sevgilim, herşeyim olan kadının yanına yaklaşıyorum. Güzelim dudakları yukarı doğru kıvrılıyor. Gözleri parlıyor, yaşlarla ama, acı değil hissettiği. Eline uzanıyorum. Bileklerimdeki yara izlerimden utanmıyorum artık, en sevdiğim eski siyah t-shirtüm üstümde. Elim eline deydiğinde yine göğsümün solundaki o haraketi hissediyorum. Gülümsüyorum, bana gülümseyen dudaklara doğru eğilirken. Öpüyorum, sanki ilk defa öpüyorumuşum gibi. Son kez koridoruma dönüyorum, el sallıyorum dostlarıma, bizler, başarısız olanlara. Sevgilimle el ele çıkıyoruz hastaneden. Bir ana yolun kenarındayız. Arabalar hızlı seyrediyor. "Üst geçitten geçelim" diyorum. Sevgilim gülümsüyor. "Gerek yok hayatım, ışıklardan geçelim, yorulma sen" Ne diyebilirim? Sadece beni düşünüyor. Sevdiğim herşey. Değer verebildiğim her şey O. Karşıya geçiyoruz. Elimi bırakıyor. Duruyor. "Sözümü şimdi tutuyorum sevgilim. Seni seviyorum, seni bekleyeceğim." Arkasını dönüyor ve yola atlıyor. Bir şehirler arası otobüs firmasının otobüsü saatte yüz kilometre hızla O'na çarpıyor. Ölüyor.

21 Mayıs 2013 Salı

Rendez-vous


Geldiğimde ayağa kalktı. Birbirimizin gözlerinin içine uzun süre baktık. İkimizin gözleride nefret ve acımayla parlıyordu. Karşımdakine karşı uzun yıllardır süregelen önlenemeyen bir nefret hissederken onun bu halini görmek içimde büyük bir zevk aldığım acıma duygusunu uyandırmıştı. Belli ki o da benim için aynını hissediyor ve aklımızdan aynı düşünceler geçiyordu. Dudağımın sağı yukarı doğru kıvrılmıştı, yarım bir gülümseme vardı suratımda. O ise dudağının solunu kaldırmış suratında benim suratıma yerleştirdiğim küçümser ifadenin çarpık bir benzerini oluşmuştu.
Birbirimize karşı hiçbir saygı zerresi hissetmeden aynı anda oturduk. Gözlerimiz aynı hizada birbirlerine kenetlenmişlerdi. Gözleri kanlanmış, ağlamaktan yada uykusuzluktan, ya da her ikisinden birden. Gözlerinin altındaki karanlık birkaç gündür uykusuz olduğunu gösteriyordu zaten. Kızdım bir anda kendime, keşke iki gecedir ayakta olmasaydım bende. En az onun kadar perişan gözüküyor olmalıydım. O da inceliyordu beni zaten dikkatle. Lanet olsun, ondan daha iyi olduğumu hissettirmeliydim ona. Herşeye eşit başlıyorduk şimdi.
Derin birer nefes aldık ve ağzımızı, ikimizde aynı anda, söze başlamak için açtık. Sonra durduk. İlk önce sözü birbirimize bırakan birer baş hareketi yaptık. Sonunda ben başladım konuşmaya. O da sustu. Beni dinledi.
"Sen şimdiye kadar hayatıma girmiş olan çıkması için debelendiğim tek insansın. Ve çıkmıyorsun. Hayatıma girmiş ilk insan olman senin, girdiğin o yerde, zerre istenmediğin, dokunduğun, baktığın, yaklaştığın, yaklaşmaya çalıştığın herşeye zarar verdiğin o yerde, çöreklenip kalmanı sağlayamaz. Git lanet olsun sana! Öyle bakma suratıma anlamıyormuşsun gibi. Benden ne kadar nefret ettiğini biliyorum, senden ne kadar nefret ettiğimi biliyorsun. Burada oturarak hala ne elde etmeye çalışıyorsun?" Sinirden tir tir titriyordum. Ellerim yumruk olmuş tırnaklarım avuç içlerimi kanatmaya başlamıştı. Karşımdaki ise aynı nefret ve hışımla bana bakıyordu. Elinde olsa beni oracıkta öldürürdü eminim. Sinirden tir tir titriyordu o da. Ve konuştu.
"Asıl sen değil misin karşıma geçmiş oturan? Asıl sen değil misin o küçük, zifiri karanlık, leş kokan, nemli, çürümüş, mutsuz dünyana giren herkesi parçalayan?! Asıl sen değil misin insanlara dokunduğunda onların üstünde karanlık bir iz bırakan? Sen değil misin etrafında uçuşan meleklerin kanatarını kopartıp "hayatım" dediğin havasız delikte çürümeye zorlayan? Kimi mutlu edebildin hayatında? Kimi bir kez olsun gülümsetebildin? Kime dokundunda sen dokunmadan önce olduğundan daha iyi oldu? Cevap versene seni çok bilmiş insan enkazı, kim sen zorlamadan girdi hayatına? Kim sen tutmadan kaldı yanında? Ne o? Canın mı yandı?" Kahkaha atmaya başladı. Söylediklerine bende katılarak gülüyordum. Uzaktan bakan birisi için uzun süre sonra kavuşmuş iki yorgun eski dost gibiydik. Ve dışardan bakan birinin bizim hakkımızda ne düşüneceği gözümün önünde canlandıkça daha da yüksek sesle kahkaha atmaya başlamıştım. Sanki O'da aynı şeyleri düşünmüş gibi yükseltmişti sesini. O çirkin suratı yüzlerce kırışıklıkla hatalı üretilmiş bir oyuncağa dönüşmüşken kanlı gözleriyle inatla gözlerimin içine bakıyordu. Ve bende bakışlarına, kahkahalarımın sonuna kadar karşılık verdim.
"Canımı yakabileceğini gerçekten düşündünmü seni pis ukala. Sorduğun soruların kaçını şimdiye kadar kendine sormadın? Hiç birini mi? Ne kadar şaşırttın beni. Senden daha iyisini beklemezdim zaten. Peki kendine sorduğun ve cevaplarını korktuğun için veremediğin bu sorular sadece bu kadar mı?" Bu sözlerim afallatmıştı onu, benide. Onu bu kadar iyi tanıdığımı unutmuştum, hatırlamak istememiştim. O da şaşkınlıkla suratıma bakıyordu. Gözleri yaşlanmaya başladı. "Ağlama sümsük herif. Güçlü ol biraz. Heran yıkılmak üzere çürümüş ahşap bir ev gibisin. Omuzlarını yanındaki sağlam duvarlara dayamışsın kendini güvende hissediyorsun ama ufak bir esinti bekliyorsun sadece yerlebir olmak için." Benimde yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu şimdi. Salak! Çok sinirlenmiştim ona. Böyle koyvermeye hakkı yoktu kendini. Ayakta durmalıydı, söyleyeceğim, kusacağım daha çok şey vardı. Çok erken tüketmişti kendisini.
Sanki düşüncelerimi okumuştu. Sildi gözyaşlarını. Dikleşti karşımda. Bende öyle. "Beni çürümüş bir binaya benzeten sen, aslında ne kadar farklısın değil mi benden?... Başkalarının senin çürümüşlüğünü görmemezlikten gelmelerini sağlayan sana anlamsızca destek veren çevrendeki, yaslandığın güzelim, sağlam temelli evler değil mi peki? Onlara yaslanmış olduğun, onlara dokunduğun için değil mi herkesin sana karşı bu acınası tahammülü?" Bu söyledikleri doğruydu ama gözlerime nefretin soğuk parıltısından başka birşey yoktu.
Buraya gelirken ikimizde biliyorduk buradan kalktığımızdan ikimizinde yolumuza kalpsiz devam edeceğini. Gözlerimi kapattım. Onunda kapattığından emindim. Derin bir nefes aldım. Ağzımı açtım. Sesim hiç bu kadar yükselmemiş, hiç bu kadar korkunç bir hal almamıştı daha önce. Sol elimi kaldırırken iliklerime kadar titretti kendi sesim beni. Gözlerimi açtığımda kendimden korkuyordum. O da bembeyaz olmuştu. Haykırırken konuşmanın başından beri sıkılı olan yumruğumu suratının ortasına, hayatımdaki bütün günahlarıma, acılarıma, pişmanlıklarıma, nefret ettiğim ve edeceğim herkese indiriyormuşum gibi indirdim. Elimde birşeylerin kırıldığını hissettim. Sonra hiçbirşey hissetmedim. Bütün şehir susmuştu. Hiçbirşey duymadım. Sol elim yanmaya başladı. Buz kesmiş elimi bileklerimden aşağı akan onun sıcak kanı ısıtıyordu. Kafamı kaldırdım, ne hale geldiğini görmek istiyordum. Karşımda oturuyordu hala. Sadece bir tane değil. Yüzlercesi bana bakıyordu. Ağlıyordu. Bende. Burnu bile kanamamıştı. Ben sol elime bakarken o sağ eline baktı. Sol elimin üstü sayamayacağım kadar çok kırık ayna parçasıyla ve benim, onun, ikimizin kanıyla parlıyordu gecenin karanlığında. Onu öldürmek istemiştim. Aynayı kırmak değil.

19 Mayıs 2013 Pazar

Nar Ağacı

Çok vakit geçmiş. Şöyle bir dönüp baktım hayatımda ilk kez bir nar ağacı gördüğümde bu yaz. Dönüp baktığım şey bir nar ağacı idi aslında, ne kadar anlam yüklenebilirdi ki? Koca bir üç yılıma dönüp baktım ama istemeden o ağaca bakarken. İçimde birşeyler, hala olduğundan emin olmadığım bir şeyler buruldu. Gerçekten çok vakit geçmişti. Lise biteli neredeyse beş buçuk yıl geçmişti. Yirmi üç yıl içinde, ki bunlardan yalnızca 13-14 yılı az çok hatırlayabildiğim düşünülürse, beş buçuk yıl gerçekten epey uzun bir süre. Aslında çoğu kez anlatmadan geçtiğim, anlatılmadıkça da gittikçe unutulan bu hikaye başlayalı sekiz buçuk yıla yakın zaman olmuş. Bu da hatırladığım yaşamımın yarısından uzun bir süre. Aslında hissedilen şeylere yeni yeni isimlerin konulmaya başlandığı yaşların başındaydım sanırım. İnsanlar bu dönemi ergenlik olarak kötüleyici, belki de küçümseyici bir tavırla tanımlıyorlar. Ben öyle olduğunu çok düşünmüyorum. Hayatımızda yaşanan her değişikliğe ayak uydurma aşamasında bocaladığımız gibi o dönemde de bir sürü yeni duygu, his ve istek yüzünden bocaladığımız, aklımızın karıştığı bir dönem olarak düşünüyorum. Ki benzer değişimler, sanırım her yaşta benzer bir çalkalanmaya neden oluyor hayatımda. Tecrübe edilmiş olanlar sayesinde, tecrübe edilmeye devam edilenler karşısında daha dengeli kalabiliyorum sadece. Denge derken de, yürürken yaşadığım denge problemleri bazen ruhumda da yankı bulabiliyor. 

Dengesiz bir insanım ben diyebilecek kadar dengesiz bir insan değilim sanırım. Sadece bazen olaylara verdiğim tepkiler beni bile şaşırtabiliyor. Neyse ki bu şaşkınlaklar çok sık yaşanmıyor. Bu nedenledir belki de ergenlik dönemimde çok bir baş kaldırı ya da isyan içinde olmadım. Zaten hayatımda isyan edilebilecek kendi elimde olmayan çok az şey oldu. Onlara da can sıkmadan, sinir bozmadan, hatta sanırım yine can yakmadan isyan ettim. Ediyorum da. Elimde olan şeylere ise isyan etmeye yüzüm yok açıkcası. Demek ki isyan ergenliğe özgü bir hareket değilmiş, ergenlikte öğrenilen bir hareketmiş sadece. 
Okuduğum lise dışardan bakıldığında çok özellikli ve şık duran bir lise iken, aslında işin içinde bulunduğunuzda o kadar da özellikli ve şık olmayan bir lise idi. İçinde yaşananlar ve yaşayanlar lisenin ismi kadar şaaşalı olsaydı eğer, hikayelerim belki de çok daha farklı olabilirdi. Malesef durum böyle değildi. Küçük bir lisede okudum. Üç yaşında o liseye başladım. Hayır hayır süper zeka falan değilim, anaokulunda başladım o okula. Ardından sırasıyla ilk ve ortaokulu tamamladım. 15 yaş sonu 16 yaş başında ise liseye geçtim. Ve o okuldan ve o çevreden 18 yaşında mezun oldum. Bir insan bir çevreden nasıl mezun olur? Bazı sınavlardan geçerek ister istemez. Her neyse, dediğim gibi lisemiz küçük bir liseydi. İki tip öğrenci vardı. Bir kemik kadro, bir de gidip gelenler. Yabancı eğitim veren bir lise olduğu için muhtemelen, ailesi büyükelçi yada diplomat olan bir çok arkadaşımız vardı. Bunlar gidip gelen, bir devinim içinde olan kısımdı. Kemik kadro ise benim gibi üç yaşında okula başlayıp 18 yaşında mezun olanlardan oluşuyordu. Bu kemik kadroyu ise okul içinde hemen herkes tanıyordu. Şöyle ki ben, benden 6 üst dönemden 6 alt döneme kadar okulda okumuş olan herkesi tanıyabiliyorum. Bu çok büyütülecek bir şey değil. Toplasan 90-100 insan ediyor.

Böyle bir düzende üniversiteye kadar olan eğitimimi geride bırakmış olmanın hayatıma getirdikleri yanında hayatımdan götürdükleri de oldu. Getirdikleri tahmin edilebileceği üzere çok uzun soluklu, asla unutulmayacak ve yalnızlıktan her çıldıracak gibi olunduğumda beni rahatlatan asla yalnız olmadığımı hatırlatan dostluklarım. Götürdükleri ise... Götürdükleri ise, ben o nar ağacını gördüğümde içimde hala kaldığına şaşırdığım ve sızlayan birşeyler. Tam olarak ne olduunu bilmiyorum. Ankara'nın genelinden oldukça izole bir çevrede, büyük bir aile gibi yaşıyorduk sanki. Ve aile içinde yaşanan kavgalar gibi, kapıyı vurup çıkmak istediğimde, ertesi gün o kapının eşiğinde suratsızca, yine ve hep olacağımı bildiğim için asla o kapıdan çıkmaya meyledememiyordum. Bunu bir çok kez yaşadım, bir çok şey içime atıldı gerek elimde olarak gerek elimde olmadan. Ve bir alkoliğin alkolden bizlerin etkilendiği gibi etkilenmediği gibi, sanki içimde bazı şeyler gittikçe hissizleşti yıllar geçip, içime attığım sıkıntılar çöplüğü kabardıkça. Burun nasıl alışıyorsa atmosfere hakim olabilecek kötü bir kokuya, sanki ruhumda öyle alışmıştı zamanla içinden çıkılamayacak bir çok anlamsız üzüntüye. Üzülmüş olduğum şeylerin anlamsız olduğunu düşünmüyorum. Onlara üzüldüğüm için memnunum kendimden. Üzüntü, hayatımda, mutluluk kadar mutluluk verici bir duygu oldu hep benim için. Biraz anlamsız gelebilir, aslında söylediğim, yaptığım ya da yazdığım şeyler içinde birçok insana anlamsız gelen bir çok söz, hareket ve cümle bulunuyor. Herşey son derece anlamlı olsaydı sizce de gerçekten çok sıkıcı olmazmıydım?

Narın bir kış meyvesi olduğunu gözlemlerim sonucunda anlayabilmiş bir insanım. Yazın sonlarına yaklaştığımda, güzel bir tatil beldesinde üstünde kocaman, ama henüz yeşil narları görmek şaşırtmıştı beni. Ne bileyim sonbaharda meyve vermeye verecekmiş gibi düşünmüşüm hep o ağacı demekki. Aslında bu düşünce bile botanik hakkında ne kadar bilgisiz olduğumu gösteriyor sanırım. Sonuçta ağaçlar baharda çiçek açıyor. Meyveler ise bu çiçeklerin hemen ardından peydah oluyor değil mi? O zaman yazın sonunda yumruk büyüklüğünde narları ağaçların dallarında görmek bu kadar şaşırtmamalıydı beni. Bu şaşkınlığımı üzerimden atarken bir başka şaşkınlık tufanı içinde kaldım. Bu seferki pek botanikle alakalı değildi. 
Lisenin birinci sınıfına yeni geçtiğim aylarda hayatıma bir ufaklık dahil oldu. Pek çok konuşacak konumuz, pek çok derteleşecek vaktimiz olmuştu, kısacık bir süre içinde. Sevgi yoktan var edilmiş, mutlu bir arkadaşlık dostluğa yelken açmıştı. Çağımızın gereği hepimiz mutsuzduk. Mutsuz olunca konuşulacak konu çok rahat bulunuyor. Aslında, insan aynı konu hakkında konuşmaktan hiç bıkmıyor. Belli başlı şarkılar herkesçe dinleniyor, dinlendikçe o şarkılara aslında hiç taşımadığı anlamlar yükleniyor, yüklenen anlamlarla zengileşen şarkı ise mutsuzluklara mutsuzluk katıyordu. Bu sayede hiç bitmeyen dertleşme seansları o ufaklıkla beni birbirimize iyice bağlıyordu. Hayatımda bu kadar iyi anlaşabileceğim biri olduğunu hiç düşünmüyordum. Aynı hayatı kısacık bir yankıyla yaşıyorduk sanki. Keyfimize denecek yoktu. 

"Sen benim nar ağacımsın" demişti ufaklık bana. Onca duygusal yoğunluk ve birşeylere bir anlam yükleme çabasında olduğum bir dönemde olmama rağmen. "Nar ağacı" olmak nasıl bir şey bir türlü çözememiştim, ve bir anlam yükleyememiştim. Kendimle bu konuyla ilgili bazı konuşmalar yaptığımı hatırlıyorum.
"- Ben bir nar ağacıyım.
- Eee?
- Eeesi öyle işte. Ufaklığım benim onun nar ağacı olduğumu düşünüyor
- Ufaklığın ne kullanıyorsa sende ona başla o zaman. Kafası epey iyiymiş annaşılan.
- Dalga geçme. Kesin bir anlamı ve nedeni vardır.
- Ulan nar sevmiyorsun bile. Nar ağacı olmak sana ne katacak?
- Birşey katması mı lazım?
- Bilemiyorum artık.
- İyi sus o zaman, ben mutluyum böyle"

Gerçekten anlamsızca mutluydum ufaklığımın nar ağacı olmaktan. Asla bitmeyecek gibi gelen mutluluklar vardır ya. İşte dostluğumuz öyle bir mutluluktu. Benim için öyleydi. Muhtemelen ufaklığım için de öyleydi. Ama hiç bitmeyecekmiş gibi gelen mutluluklar da bitiyor işte. Bitiyormuş yani. İlk kez başıma geldiği için en etkileyen sanırım bu olmuştu beni. Şimdi farklı şehirlerdeyiz, sanırım. Ondan bile emin değilim. Ama farklı hayatları yaşadığımıza eminim. Umarım mutludur. Artık bir ufaklık olduğunu da sanmıyorum. Kocaman kız olmuş olması lazım.

O nar ağacına bakarken, içimde burulan şey, aslında dediğim gibi olup olmadığını bile hatırlamadığım bir şey. Ufaklığıma karşı içimde kalmış olduğuna şaşırdığım sevgimdi. Sevgim zamanla şekil değiştirmemişti zaten, sadece ufaklığın kendisi gibi yok olmuştu. Biraz nemlenen gözlerim, "mutsuz" lise hayatımın mutlu dostluğunu hatırlattı bana. Uzun uzun düşündüm. Alkolün aksattığı adımlarım gibi düşüncelerimi de aksattı gece ilerleyip, birçok tanesi bittikten sonra yerine hemen yenisi konan biralarım. Ve sonra, son kez bir bakış attım nar ağaçlarına.
"- Gerçekten güzellermiş, bir anlamı olmasına ihtiyaçları yokmuş. Sadece çok güzel ağaçlarmış.
- ...
- Söyleyecek birşey bulamadın değil mi?
- Ben çoktan unutmuştum bunu tartıştığımızı bile.
- Evet. Ben de.
- Haklısın gerçekten güzellermiş.
- Uyuyorum artık hadi düşünme.
- Sen de düşünme. İyi geceler.
- İyi geceler."

Kendimle iyi anlaştığım zamanlar gerçekten çok iyi biri olduğumu düşünüyorum. Tatlı falan böyle. Yanakları sıkılası. Ki yanaklarım hakketen sıkılasıdır.

O zamanlar pek çok dinlediğimiz, pek çok anlam yüklediğimiz, pek çok sevdiğimiz bir şarkı idi bu:

16 Mayıs 2013 Perşembe

Zaman


Zamanı gerçekten durdurabilir miyim? Yada durdurdum mu? Çok uzun zamandır ayakta dikiliyormuşum gibi geliyor, yanımdan insanlar düzenli yürüyüşlerine devam ederken. Biliyorum, arada sırada benim gibi ayakta duranlar çarpıyor gözüme. Kimi geri geri yürüyor hatta. Sanki değiştiremeyeceklerini değiştirebilmeyi amaçlar gibi. Bazısı benden önce durmuş, ben hala yürürken geçmişim yanlarından. Kimi benim durduğumu görmüş, ve birkaç adım sonra durmuş. Ama çoğu yürüyor hala. Bazıları omuz atıyorlar geçerken, kimi bağırıyor yanımdan geçerken, ve devam ediyorlar bağırrmaya seslerini duyabildiğim sürece "ne yapıyorsun! Neden duruyorsun?! Yürüsene be adam! Ne zorun var?!" Ve böyle geçip gidiyorlar. Kimi acıyarak bakıyor, ben gözüm bir yere sabit bakarken önüme, kulağıma yaklaşıp fısıldıyorlar, "tek yapman gereken bir adım daha atmak, bir iki tanesi aksak olacak, sonra tekrar hatırlayacaksın yürümeyi, ve çok daha rahat devam edeceksin"
Duyuyorum tabiiki, ve anlıyorum söylediklerini. Seslerindeki hüzün ve birazda endişe üzüyor beni, kendim için değil, endişe verdiklerim için. Hatta bir kere küçük, güzel bir el tuttu elimi sıkıca, o yürürken yanına katılmam için çekti kolumdan, bir adım attırmaya çalıştı bana benim bedenimle karşılaştırılamayacak kadar narin bedeniyle, bütün gücünü sarfetti, bir adım daha attırabilmek için. Uzun tırnaklarını batırdı derime, O, yürümeye devam ederken, ben sabit kaldığım için ikimizin elleri ayrılmadan önce son kez dikkatimi çekebilmek için. Elimde tırnak izleri bırakarak ayrıldı eli elimden. Kolum savrulup bedenime çarpınca farkedip dönüp baktım beni çekiştiren elin kolumu çektiği yöne. Sırtını dönmüş yürüyordu at kuyruğu saçı arkasında her adımında zıplarken. Son kez döndü baktı, dudaklarında bir hareket vardı, "yetişebilirsin bana" geri kalana oranla yavaş yürüyordu, gözlerinde nem vardı. "Özür dilerim, gelemem." Söyleyemedim bunu bile. Sadece baktım, en azından anlamasını umarak. Sonra döndü arkasını, ve yürümeye devam etti O da. Belki biraz daha yavaş diğerlerine göre, ama biliyorum yakında yetişir normal hızına.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Yorulamayacak kadar yorgunum


Dostlar tarafından açılan yaralar daha derin olur. Bunları sen göremezsin, çok derin ve çok keskindir, kanayamayacak kadar çok acır. Konuşup anlatamazsın, acısından nefesin kesilmiştir. Haykırmak istersin ama çevrendekileri korkutmak istemediğin için bastırırsın sesini. Dikkat çekmemek için kaçarsın, yokluğunu bilmemelerini umarsın ama sonunda yokluğunun dostlarında yaratacağı üzüntüyle kendini boğarsın. Gölgeye kaçıp dinleniyor gibi yaparken aslında yaralarını sarmaya çalışıyorsundur, ama anlatamazsın, kimse görmez onları. Bakışların değişmiştir uykusuzluğundan, kaybetmişsindir mimiklerini. Yaşadığının da farkında değilsindir çoğu zaman, kimseyle paylaşamadığın birşeylerle debelenmekten önünü görmezsin. Arkandan bağırırlar, sesleri bile yabancı gelir kulağına. O kadar yanarki canın, ağlayamazsın bile, vücudun bir bütün olarak kalmaya çabalarken akıp gidecek bir tek damla gözyaşını bile telafi edecek gücü kalmamıştır.
Ve düşünürsün tekrar, her biten günü yeni başlayan güne bağlayan bir kaç kalp atışında, ne kadar yorgun olduğunu düşünürsün. Kendin için üzülmeye vakit bulamadan sana çizilmiş olan karikatür karesindeki neşeli rolüne dönmen beklenmektedir ve bunu yapabilmek için bir yara bandı daha yapıştırırsın zaten kanayamayan ama sızlayan derin yarana. Sabahın soğuğu odandaki yarım açık pencereden içeri sızmaya başlarken titreyerek kıvrılabilirsin ancak yatağına uykusuz kalma korkusundan çok üşümemek için. Yorgana sarılmış bir an önce alarmın çalıp senin kusursuzca oynadığın rolüne kavuşmanı sağlaması için sabırsızlanırken dünyanın en huzursuz uykusuna dalarsın.
Ve alarm çalar.
Sahneye adım atmadan önce birkaç dakikan kalmıştır. Elini yüzünü toparlaman, makyajını yapıp kostümünü giymen ve kusursuz gülümsemeni çirkin suratına oturtup tanıdığın herkesin görmek için can attığı oyununu oynamaya başlaman için. Kendi başına geçireceğin sadece bir kaç dakikacık daha kalmıştır. Ve işte o zaman yapabileceğin en acınası şeyi yaparsın. Kendine yalan söylersin. "Herşeye rağmen yaşamayı seviyorum!" Hadi be ordan. Dürüst olsana biraz. Kendini birşeyleri sevmeye o kadar şartlandırmışsındırki kendini sevmeyi unutmuşsundur en sonunda. Kendini; yaşamayı, o kızı, o erkeği, o şarkıyı, o filmi, o kuşu yada o kokuyu sevmeye zorlayarak kalkarsın ayağa. İki büklüm olursun. Yaran hala sızım sızım sızlıyordur. Daha önce kim bilir nerelerini kesmişsindir istemeden, yada isteyerek, kim bilir hangi kız yada adam seni yaralamıştır kalbinden, bu acıdan daha büyüğü olamaz dedirtmiştir. Şimdi hissettiğin acıyla karşılaştırılmayacak kadar cılız ve komik gelir o fiziksel yada duygusal acıların şimdi. Doğrulamayacağından korkarak nefesini tutar yetersiz uykunun sana vermeye yeltendiği enerjinin hemen hemen hepsiyle son bir çırpınış eşliğinde doğrulur ve sahneye adımını atarsın.

Çünkü dostların seni bekliyordur.

Bir dost tarafından açılmış yara çok derindedir, çok keskindir, çok can yakar ama kimse göremez. Nadiren geçer, ama geçmese bile o acıyı o kadar çok seversinki dostuna karşı sevgin bir kat daha artar. Hiçbir şey istemezsin. Dostunla ve onun varlığını her an hatırlatacak yaranla mutlusundur.

Karanlıkta yalnızken bile.