29 Haziran 2017 Perşembe

Kırık Kumsaati-2

Bir damla, ardından bir damla daha, bakışlarımı 4 gencin oturduğu bar masasından çekip gökyüzüne yönlendirdim. Gerçekten yağmur yağmaya başlamıştı. Binanın yanından ayrılıp tekrar önüne doğru yürüdüm, tüm başımdan geçenlerin ne anlama geldiğini anlamaya çalışırken uçurumun kenarında oturan bir siluet dikkatimi çekti. Oldukça şişman. Uzun saçı arkadan toplanmış, kulaklarında küpeler olan, sakallı birisi ayaklarını uçurumdan sarkıtmış, aşağıyı izliyordu. Elinde bir şey tuttuğunu görebiliyordum. Yanına gittim, oturdum. “Neye bakıyorsun?” diye sordum, aslında gerçekten merak etmiştim. Bakışlarını yoldan ayırmadan, “Arabalara” dedi sadece. Elinde köşeli bir makyaj aynası vardı. Onu görebiliyordum artık. Arkasındaki lacivert plastiği bana dönüktü. Elimde sürekli beceriksizce çeviriyor ara sıra düşürecek gibi oluyor son anda yakalıyordum. “Neden arabaları izliyorsun?” diye sordum, biraz da cevabını bilerek. Ne kadar uzak olsak da markalarını seçebiliyordum. Aşağıdaki yoldan vızır vızır, renk renk model model BMW geçiyordu. “Çok güzeller” diye cevapladık sorumu aynı anda. Hep istedik bir tanesine sahip olmayı, binip kullanmayı. Dönüp baktığımda benim olduğunu görmeyi.  Hatta sadece bunu istedik belki de bazı günler. Ya da aylar kim bilir? Saymadım ki.
“Peki ayna?” Niye sordum. Aynalardan hiçbir zaman hoşlanmamıştım, neden elimde bir makyaj aynasıyla gezineyim ki. Hiçbir zaman aynada bana kızgınlıkla bakan adamla göz göze gelmek istemedim. Hiç aynaya zor sığan o hımbıl bedene tahammül edemedim. Şimdi neden elimde sırtı dönük bir aynayla bir uçurum kenarına oturayım ki? “ Bakmak ister misin?” Diye cevap verdi genç ve uzun saçlı ben. Neden olmasın diye düşündüm. 
“ - Olur. Uzatır mısın?” 
“ – Tabii.” Aynayı bana doğru uzattı gözlerini aşağıdaki arabalardan ayırmadan. Yüzüne ilk defa o zaman dikkat ettim. Salyaları akıyor, yalanıp duruyordu. Sanki o arabalar en sevdiği yemekmiş gibi. Uzun sakalları salyasıyla sırılsıklam olmuştu. Gözlerinde engellenemez bir iştah, dudaklarında bir pastaya atılmak üzere olan çirkin obez bir çocuğun gülümsemesi vardı. Dişleri sanki sivri, elleri ise giderek pençe gibi görünmeye başlamıştı bana. Dişlerinin arasından uzun ince bir dil uzanıp ara sıra salyalarını yalıyordu. Arabalara bakarak yalanıyordum. Uzanıp elime aynayı aldım. Yüzünü kendime çevirdim. Göreceğim şeyden az çok emindim. Sabah evden çıkmadan duş almış, katlanılamaz birkaç dakika boyunca saçımı kuruturken kendimle yüz yüze durmak zorunda kalmıştım. Gördüğüm şey düşündüğüm şey değildi.
Düz uzun saçlı, neredeyse göğsüne kadar inen uzun muntazam sakalları olan ben yaşlarda bir adam bana bakıyordu. Kafamı sağa doğru eğdim o da öyle yaptı. Aynayı kendime yaklaştırdım, gözlerimiz aynıydı, burnumuz, dudaklarımız. Benden daha ince, daha yakışıklıydı. Aynayı kendimden uzaklaştırdım kendimi daha iyi görebilmek için. Düz saçlarını at kuyruğu yapmış sakallı ben İtalyan kesim çok kaliteli bir takım elbisenin içinde inanılmaz bir özgüvenle beni inceliyordu. Hemen yanında siyah bir BMW M3, diğer yanında kocaman mat siyah bir Harley duruyordu. İnce kravatını düzeltip bana göz kırptı. “Bunların hepsi senin” der gibi bir hali vardı. Yavaş yavaş hareket etmeye başladı, üstündeki takım elbise yerini dar siyah bir pantolona bıraktı. Düzgün baştan aşağı dövmelerle kaplı vücudunu fark ettim. Salınarak arabanın bagajına gitti, bir gitar çıkarttı. Rüzgarda A Change of Season’ın notları yankılanıyordu sanki. Aynadaki ben artık sahneden arkasında büyük bir orkestrayla Dream Theater çalıyordu, ve söylüyordu da aynı zamanda. Şarkı devam ettikçe hava da açmaya başladı. Sanki mevsim değişiyor, bahar yerini yaza bırakıyor gibiydi. Ne kadar uzun süre bu hayalin içinde tıkılıp kalmıştım acaba? Şarkı 23 dakika mıydı? 23 gün ya da? 23 saat olabilir mi? Belki 23 aydı! Ya da 23 yıl. Bunca zaman bunların hepsi benim olsun istedim. Arzuladım. İlgiyi, başarıyı, arabayı, motosikleti, o vücudu, o kalabalığın önünde kusursuzca icra edilen sanatı. Aynayı yüzümden uzaklaştırıp arabaları izleyen canavara uzattım. Yerinde yeller esiyordu. Bir tek ben tek başıma ayaklarımı sallandırmış uçurumdan aşağı izliyordum. Aynayı ise ters döndürmüştüm. 
Hava burada oturup sıkılmak için çok güzeldi. Sakallarımdaki salyaları elimin tersiyle sildim. Ayağa kalktım. Aynayı sert bir şekilde yere attım. Kırıldı, paramparça oldu. Sadece bir iki parçasını aldım elime. Arkamı döndüm, cebime atmak üzereydim ki motosikletimi ve üstünde ekipmanlarımı gördüm. Binanın önünde duruyordu. Anahtarı üstünde. Sırt çantam ise arka tekerine dayanmış vaziyetteydi. Sanki yeni yıkanmış, bakımdan yeni çıkmış gibi parlıyordu.  Kırık ayna parçalarını sırt çantamın yan cebine koyup üstümü giymeye başladım. Hava ne kadar da uygundu motosikletle bir yerlere gitmeye. Yola düşmeye. Pek de düşünmeden nereye gideceğini. Aklımda bunlar varken çoktan yola koyulmuş olduğumu fark etmem biraz zaman aldı. Dikiz aynamda kesik bina küçülürken oraya döneceğimin, orada işimin henüz bitmediği düşüncesi aklımın kıyısında kıpırdandı. Ve gözlerimi tekrardan dikiz aynasından önüme çevirdim. Yol ufukta kayboluyor, görünürde tek bir araba bile yoktu. Güneş sol arkamda parlıyor, gölgemi önüme düşürüyordu. Rüzgarın üstündeki yolculuğuma bir süre böyle devam ettim. Ne kadar bilmiyorum. Güneş kaç kere battı, kaç kere doğdu, ya da hiç kıpırdadı mı ondan da emin değildim. Asfalt yarım metre altımda arkaya doğru akıyor, ben sağlı sollu bahçeler arasından geçiyordum. Bunların arasında taptaze meyvelerin güzel kokuları her nefesimde ciğerimi dolduruyordu. 
Bu arada gözüme bir bahçe takıldı. Ona doğru yavaşlayıp motorumdan indim. Bir nar bahçesiydi bu. Ağaçları çiçeklerini yeni dökmüş küçücük narlar dallarını dolduruyordu. Bahçe çitle ya da telle çevrili değildi. Ben de motorumu yolun kenarında bırakıp bahçenin içine daldım. Manzara acı verecek kadar güzeldi. Çok uzun olmasa da çok güzel olan nar ağaçları o kadar muntazam bir şekilde dizilmişti ki bahçenin girişine durup etrafa bakınmak bile nefes kesiyordu. Kuru toprakta yürümeye başladım. Geçerken ellerimi kaldırıp ağaçların dallarına dokunuyordum bazılarına. Hava kararmaya başlamıştı. Ağaçların gölgeleri giderek uzamış gibiydi. Ne kadar yorgun olduğumu o an ilk kez fark etmiş, bir ağacın dibine, gölgesinden faydalanacak şekilde oturmuştum. “Hoş geldin” Yine aynı rahatsız edici his. Kendi sesimin başka bir kaynaktan gelmesi. Tam arkamda, ensemden.  Oturduğum yerden önümde hiçbir insan gölgesi görmemek şaşırttı beni. Kalkıp arkamı döndüğümde bir ağaçla yüz yüze geldim. Gövdesine yüzüm kazınmış, ağaç kabuğundan derisi, yapraklardan sakalı olan ben beni inceliyordu. Yüzümde gülmemek için kendimi zor tutuyor olmamın ifadesini görmüş olacak ki bana bıkkın bir şekilde “Hadi söyle de rahatla” dedi. “Kim seni bu kadar bekletti? Ağaç olmuşsun!” dedim katıla katıla gülerek. Önce biraz canı sıkılmış gibi gözükse de sonra o da bana katıldı. Ne de olsa aynı kötü espri anlayışına sahibiz. Bazı şeyler hiç değişmiyor.
“ – Devam edebilince sen olduk demek öyle mi?” diye sordu gülme krizimiz sona erdiğinde. 
“ – Sanırım. Kaç yaşındasın şu anda?”
“ – On yedi.” Diye yanıtladı. Elimi uzatıp gözünden süzülen yaşları sildim. Gülerken gözleri yaşarmıştı. Ama dallarını bir kol hassasiyetinde kullanamıyordum belli ki. 
“ – Nar ağacı olduğumuz yaştasın. Peki kaç zamandır?” diye sordum.
“ – Kaç mevsim geçti bilmiyorum. Bir yerden sonra saymayı bırakıyorsun ağaç olunca. Aynı döngü her sene. Önce çiçek açıyorsun. Sonra bütün gücünle meyvelerini büyütüyorsun. Sonra O gelmiyor. Teker teker düşmeye başlıyor. O çürük meyve kokusu, sirke gibi. Hiç değişmiyor. En güzelini ya gelirse diye bütün gücünle saklıyorsun. Ama o gelmiyor. Sonunda sonuncusu da düşüp çürüyor. Senin için, doğadaki birçok dostun için besin oluyor. Sen onun için özene bözene büyütüp en tatlı olması için verdiğin onca çabadan sonra gözlerinin önünde çürümesini izliyorsun.”
“ – En azından birçok dostuna besin oluyor.” Diye kestim sözünü. Gülümsedi.
“ – Evet” dedi. “Bir çok dostuma ve bana besin oluyor. Sonra yapraklarım dökülüyor. Günler kısalıyor. Rüzgarlar sertleşiyor. Sanki artık dayanamayacakmışsın gibi geliyor kimi zaman. Soğuk ve yalnızlık. Dallarını hissedemez hale geliyorsun. Kendini hissedemez hale geliyorsun. Gözlerini sıkı sıkı yumup tüm bunların bir hayal, kötü bir rüya, bir kabus olduğunu tekrarlayıp duruyorsun kendine. O kadar üşüyorsun ki, yanmayı buna tercih ediyorsun. Köklerini daha da derine gömüyorsun. Bir kırıntı bulabilmek için, biraz daha dayanabilmek için. Kendine biraz daha hakim olabilmek için. Tam artık dayanamayacağım dediğin sabah bir kuş uçup dallarından birine konup ötüşüyle seni uyandırıyor. Bahar geliyor, dayan diyor. Gözlerini gözlerine dikiyor. Gagasıyla seni dürtüyor, gerçeği hatırlatıyor. Kışın biteceğini anlatmaya çalışıyor. Tekrar baharın geleceğini ve çiçek açacağını hatırlatmaya çalışıyor. Arı dostlarının tekrar geleceğini, belki ara sıra senin gibi meraklı bir insanın bile uğrayacağını hatırlatıyor. Ve o anda anlıyorsun. Bir kışı daha atlattığını. Güneşi hissediyorsun tekrar. Sanki ilk kez hisseder gibi. Ilık yağmur yıkıyor bütün vücudunu, ve ruhunu. Bazen bir gökkuşağı yakalıyor gözün. Güzelliğine hayran kalıyorsun ve O geliyor aklına. Onun güzelliği. Bu güç veriyor sana tekrar, tekrar tomurcuklanıyor dalların. Ve ziyaretçilerin artıyor. Günler gelip geçiyor. Herkes gelip gidiyor. O hariç” Tiradına o kadar dalmıştım ki ne sırılsıklam olduğumun, ne dallarındaki küçücük narların büyüyüp kızarmaya başladığının farkına varmamıştım. Rüzgar daha sert, hava daha serindi. Güneşin önünde bulutlar bir gidiyor bir geliyordu. Hava giderek soğuyordu.
“ – Gitmem lazım biliyorsun değil mi?” dedim kendimi biraz suçlu hissederek.
“ – Suçlu hissetme kendini. Yapman gereken daha çok şey var. Ama tek bir isteğim olacak senden.” Dedi ve dalları kıpırdanmaya başladı. Hiç görmediğim en içlerde bir dal uzandı. Üzerinde iki elimle ancak tutabileceğim kocaman kıpkırmızı bir nar vardı. “bunu al.” Dedi. “İhtiyacın olacak.”
Nar ağacından olgun narı koparttım, çantama attım. Elimi gövdesine koydum. “En iyimiz sensin.” Dedim. En temizimiz. Arkamı döndüm ve motoruma doğru yürüdüm. Kaskımı taktım. Motorumu tam ters çevirip yağmurun içine daldım. Nar ağacının sözleri kulaklarımda yankılanıyordu. Yağmur yıkıyordu beni, bedenimi ve ruhumu. Binaya dönmeliydim. Ve önümde ne kadar olduğunu hiç bilmediğim bir yol vardı. Ve kaskıma vuran her damla, arka tekerimden sıçrayıp sırtımı ıslatan her damla giderek soğumaya başlamıştı. Kış geliyor, eve varmalıyım artık. Ufukta o kesik bina gözüme ilişti. İçeri o ya da bu şekilde girmem gerekecekti. Yeterince oyalanmıştım. Ya da belki her zamanki gibi erken gelmiştim bilmiyorum.

28 Haziran 2017 Çarşamba

Kırık Kumsaati-1

O tahta basamakların önünde duruyorum yine. Garip bir şekilde tanıdık. Buraya nasıl geldim ki? Bakışlarımı yere indiriyorum. Ayaklarımda yırtık pırtık siyah bir converse var. Sol ayağımın serçe parmağı sanki dışarı taşmış gibi duruyor. Biraz tebessüm ediyorum bu manzaraya. Ne kadar da tanıdık. Bir o kadar da eski ve tozlu, yıpranmış sanki manzara da, ayakkabılarım gibi. Ama sanki yine de çok güzeller gibi. Bakışlarım altımdaki siyah şorta takılıyor. Acaba nerede ki bu? Şimdi arasam bulabilir miyim? E üstümde ya zaten? Neden aramalıyım ki o zaman? Siyah t-shirt’üme bakıyorum. Düz sade bir t-shirt. Bunlardan ne kadar da çok var dolabımda. Yine bir moda ikonu olmaktan olabildiğince uzak gelmişim bu anılarımı inşa ettiğim binanın önüne.
Nasıl geldim ki acaba buraya? Hangi yolu izledim? Taksiye mi bindim yoksa yürüdüm mü? Koştum belki de! Ya da paraşütle atladım? Bu olasılık kıkırdattıysa da beni, arkamı dönüp baktığımda yerde uçuşan bir paraşüt yerine vızıldayan oyuncak arabalarla dolu bir yol gördüm. Biraz daha dikkatli bakınca onların oyuncak araba olmadığını fark edip tek kaşımı kaldırdım merakla. Ne kadar da küçüktüler. Sanırım çok uzaktılar benden. Biraz öne doğru eğilip bu küçük arabalara bakmaya çalıştığımda hiç beklemediğim şiddette buz gibi bir rüzgar beni geri sürükledi. Sanırım rüzgarın nedeni yüksek bir uçurumun kıyısında duruyor olmamdı. Tıpkı arabaların uzaklığı gibi. 
Tekrar arkama baktığımda tahta basamaklar ve arkasındaki loş bina hala duruyordu. Sağı ve solu boştu. Ne garip, sanki ait olduğu yerden kesilip buraya getirilmiş gibi bir hali vardı. Aynı ben gibi diye düşündüm, ait olduğum zamandan kesilip buraya konulmuşum gibi hissetmeye başlamıştım. Az önce beni olduğum yere yapıştıran rüzgar yere saçılmış duran onlarca saman kağıdından yapılmış zarfı havalandırmıştı. Bu zarfların az önce yere bakarken dikkatimi çekmemiş olması ne kadar da garip. Havada uçuşanlardan bir tanesini yakaladım. Üstünde hiçbir şey yazılı değildi, ama içinde bir mektubun olduğu belliydi. Zarf yapıştırılmamış ya da mühürlenmemişti. Birisi bunun bulunup okunulmasını istiyor olmalıydı. Onu kıracak değildim. Zarfa –geri kapatabilmek için- bir zarar vermeden özenle açıp mektubu çıkarttım. Bir davetiye gibiydi. Yazılar benim okuyabileceğim bir lisanda yazılmamış olsa da içimi boğucu bir hüzün kaplamıştı o sayfa üzerindeki kelimelerin ruhuma söylediği ağıt yüzünden. Bir tarih ve saat verilmişti belli ki yıllar öncesine ait bir günden bahsedilmiş. Çocuksu bir naiflikle yazılmış doğum günü davetiyelerini bana hatırlatan bir ölüm davetiyesi. Herkesi ya da hiçbirimizi bekliyor gibi. Herkese haber vermek için kimseye haber vermemiş birinin son kelimeleri ya da kim bilir son düşünceleri. 
Okudukça yazıldığı dile daha da hakim olmaya başlamıştım ama öğrendiğim her hece yüzümdeki tebessümü eksiltiyordu. Kulaklarımda uğultusu kıpırdanan rüzgar parlak güneşin önüne silik bulutlar taşıyordu. Yazılanların sonunda adımı soyadımı ve imzamı görünce hiç şaşıramayacak kadar tanımıştım mektubun yazarını. Kurşun grisi gökyüzüne baktığımda eğer biraz daha oyalanırsam sırılsıklam ıslanacağıma dair bir his kapladı içimi. Mektubu özenle katlayıp zarfının içine yerleştirirken zarfın üstüne damlayan bir damlanın gözümden mi bulutlardan mı geldiğini bilmiyordum. Sırtımı binaya verip uçuruma doğru savurdum mektubu ait olduğu yere sürüklenmesi temennisiyle.
Güneş tekrar tatlı yüzünü göstermişti, boynuma asılı olan güneş gözlüğümü takıp gözümün acımasını engelleyerek uçuşan mektuplara baktım. Martılar gibi sanki kanat çırptıklarını görebiliyordum. Sanki rotalarında uçuşan göçebe kuşlar gibi. Ama çok daha düzensiz ve kararsız. Söylenmekle söylenmemek arasında sıkışmış cümleler gibi zihin ve dudaklar arasında gidip gelen. Konuşmak için alınan her nefesle biraz daha yanan ve sonunda gırtlakta tatsız ama tanıdık bir acılık bırakan. Bir uçurumun başında bu kadar çok alıcısı olmayan mektup olması, ilk anda bende yarattığı gariplik hissini giderek kaybediyordu. Bir postanenin alıcısız mektuplarla dolup taşmasındansa böyle bir uçurumda bulunan her taşın altına sıkıştırılmış olması çok daha mantıklı gelmeye başlamıştı havada dolaşan kelimeleri izlerken. 
Ayağa kalkıp toplayabildiğim kadarını toplayıp kucağıma koydum. Bazılarının üstüne silik isimler çiziktirilmiş olduğunu fark ettim ilgiyle. İsimler o kadar tanıdık ama bir o kadar da yabancıydı. Düşünmesi başımı ağrıtıyor, parça parça görüntüler zihnime minik minik çarpıyordu, parçalanmış fotoğraflar gibi. Kaşlarım çatık hatırlamaya çalışmaktan vazgeçeli ne kadar olduğunu düşünürken yakaladım kendimi. Mektupları okudum aylarca belki, ya da sadece birkaç saniyede. Kalp atışlarım hızlandı bazen, sinir ya da heyecanla. Gözlerimi açtım toparladığım bütün mektupları okumam bittiğinde. Rüzgar dinmişti. İleri doğru kaykılıp uçurumdan aşağı baktım. Ne kadar da tanıdık bir histi bu düşüş hissi. Kim bilir kaç kere atlanmış kaç kere uçulmuş? Ayaklarımın yerden kesildiği anla yere çarptığım an geçen süre uçmuş sayılır mıyım? Aklımdaki bütün soruları bastıran en önemli soru buydu tekrar ayağa kalktığımda. “Bence sayılır”.
 İnsanın kendi sesini başka bir kaynaktan duyması hep garip gelir bana. Eminim şarkıcılara öyle gelmiyordur. Alışmışlardır yani. Ben ne zaman bir ses ya da görüntü kaydında kendimi duysam hep garipserim hala. Bu nedenle birkaç metre ötemden gelen sesi duyunca da biraz garipsedim. Döndüğümde kendimle göz gözeydim. Aynı boyda olduğumuz ve gözlerimiz de tam olarak aynı hizada olduğu için göz göze gelme işini tam anlamıyla yaşadım. Karşımda duran benim üstümde çok benzer kıyafetler vardı. Gözlerinde biraz usanmışlığın izlerini görmek mümkündü. Zor olan; dikkatimi, paramparça olmuş bedeninden ve kanla keçeleşmiş uzun saçlarından, boydan boya birkaç yönde yarılıp açılmış yüzünden alıp gözlerine çevirmemdi. Bu çabam belli ki içinde bulunduğum usanmışlığı daha da derinleştirmişti. Bazı parmaklarım eksik sol elimle cebimden sigarasını alıp birkaç parçaya ayrılmış dudaklarının arasına koydu. “Ateşin var mı?” Yine aynı garip his. Kendi sesimi dışardan duyunca rahatsızlık veriyor. “Yok. Bıraktık sigarayı” dedim. Neden onu da kattıysam. “Kendi adına konuş” dedi. “Tamam” dedim. 
Her yere kan saçarak aksaya aksaya yanıma geldi. İşaret parmağı olması gereken şeyi kaldırıp yanağıma dokundu. “Çok garip değil mi?” diye sordu. “Kendinle konuşmak mı?” diye aklıma geldi çoğu aklı başında kişinin geleceği gibi. “Yok, yanağında sivilce kalmamış. Ben hayatım boyunca sivilceli kalacağım sanıyordum” dedi. Hak verdim aslında. Ben de öyle olacağını düşünüyordum. Yanmamış sigarası kan içinde, dudaklarından sarkarken “sen büyüdün, ama ben uçtum. Hangimiz daha çok tatmin olduk sence?” diye sordu. Bilmiyordum cevabını. Kaşlarımı ilgiyle kaldırıp düşünürken hep yaptığım gibi yanağımı kaşıdım sağ elimle. “Bana da versene bir tane” dedim sol cebine bakarak. “Hani bırakmıştın?” dedi sesi alaycıydı. “Bilmiyorum belki daha başlamamışımdır bile.” dedim dalgın bir şekilde hala uçmanın nasıl olabileceğini hayal ederken. “Mantıklı” dedi, yarısına yakını içilmiş soft Camel paketini bana uzatırken kafasını sallıyor, katır kutur sesler çıkartıyordu.
Kendime ayırdığım zaman epey fazla sürmüş olacak ki ikimizde dudaklarımızda yanmamış sigaralarımızla huzursuz bir şekilde kıpırdanmaya başlamıştık. “Ben gitsem diyorum” dedik ikimizde. “Haklısın” diye koromuza devam ettik. Paketi uzattım tekrar uyuşuk bir şekilde. “Ateş yok zaten” dedim. “İçeri girmeyecek misin? Vardır orda” dedi. Konuştuğunda yırtık dudakları çok garip hareket ediyordu ve bakışlarım sürekli onlara takılıyordu.  “Gireceğim” dedim. “Sende kalsın o zaman dedi.” Kendimi uçurum kıyısında ağzımda yanmamış bir sigara boşluğa doğru sigara paketi uzatırken buldum. Nereye gitti diye düşünmedim çünkü gideceği yolu üç aşağı beş yukarı ben çizmiştim zaten ondan biraz daha küçükken. Küçük arabaların vızıltısı ve görüntüsü gittikçe saçma ve katlanılmaz bir hal almaya başlamıştı ki aslında bir şekilde buraya geliş nedenim olan binaya doğru döndüm yine. Sabırlı bir şekilde beni orda bekliyordu. Binanın beraber olması gereken yapıdan ayrıldığı yerler meraklandırdı beni ve girmeden etrafında şöyle bir tur atmaya karar verdim. Duvarların dışı komik bir şekilde testereyle kesilmiş tahtalara benziyordu ama dokununca betonun dokusunu tanıyabiliyordum. Birisi kocaman bir testereyle koca binanın bu kadarını kesip ayırmış gibiydi. Duvardaki betonun seyreldiği yerlerden içeriyi görebiliyordum. Cam tuğla gibi arkasını gösteren bir malzemeyle yapılmış gibiydi. Bu durum epey ilgimi çekti ve o tuğlaların etrafındaki betonu ne kadar kolay ufalayabildiğimi fark edince de sevindim. Böylece o ilginç manzarayı daha iyi inceleyebilecektim. 
O yapının içinde o kadar çok zaman geçirmiştim ki içerisini ezbere bir kağıda ya da tuvale çizebilirdim. Bu yüzden aslında ne göreceğimi çok iyi bilerek cam tuğlalardan birine yaklaştım ve içeride olup bitenlere baktım. Bir masada gördüm kendimi, suratımda çok da anlaşılması güç olmayan bir ifade ile sırtımı duvara yaslamış oturuyordum. Kulağımda kulaklık bacaklarımı oturduğum banka uzatmış ve birbiri üstüne atmıştım. Belli ki bir şeyler canımı sıkmıştı. Bakışlarım uzaklarda bir yerlere kilitlenmiş çevremde olup bitene pek dikkat etmiyordum. Aynı şu anda yaptığım hata gibi yine sadece kendi ne yaptığıma odaklanmış çevreyi izlemiyordum bile. Önümdeki biraya ilişti gözüm, daha yeni istemiştim besbelli, bardağı daha yeni buğulanmaya başlamış koca bir yudum alınmış gibi duruyordu. Biranın yanında duran küllükte 4 ya da 5 sigara söndürülmüştü. Muhtemelen o akşamki ikinci biramı içiyordum daha. “Sarhoş olana kadar her yetmişlikle 3 sigara içiyorum, ondan sonra işin ucu kaçıyor.” 
Sanki kendi sesimi dışarıdan duymaya alışmam gerekirmiş gibi bir hisle arkama baktım omzumun üstünden. “Evet biliyorum” dedim karşımda duran benden daha genç ama masadakinden daha yaşlı bana “o cümleyi kaç kere kurduğumu hatırlayamıyorum bile.” Ben yanıma geldim, “kimin ilgisini çekmeye çalışıyor dersin?” diye sordu bana. “Muhtemelen herhangi bir dişinin. Baksana şarkı mırıldanmaya bile başladık”. Kendi dertleriyle yoğrulan ben yeni bir sigara yakıp birasının yarısından çoğunu içmişti bile. Uzaklara dalgın buğulu bakışlar atarak muhtemelen dinlediği şarkının sözlerini mırıldanıyordu kendi kendine. Biri dokunsa ağlayacak gibi. 
“- O’nu mu bekliyor sence?” dedi genç ben bana. 
“- Ne zaman beklemedik ki?” diye yanıtladım. Haklısın der gibi iç geçirdi, bunu bir çakmak sesi takip etti. 
“- Daha bırakmadık mı?” diye sordum.
 “- 2 kere denedik, olmuyor.” diye yanıtladı genç ben.
 “- 3üncü de bırakacaksın.”
“- Çok da umurumda değil.”
Omuz silkip şarkı söyleyerek birasının tadını çıkartan genç bana döndüm. “Bu akşam da gelmeyecek” dedim. “Ne zaman geldi ki?” diye cevap verdim kendime. “Onunla konuşmalı mıyım?” Bunun dışımdan sormadığıma eminim. “Hiçbir şeyi değiştirmez. Bırak ne hali varsa görsün” dedi daha genç ben.
“- Bize karşı neden bu kadar acımasızsın?” diye sordum.
“- Ne onu ne seni ne kendimi ne az önce kan revan içinde dolanan palyaçoyu görmeye tahammülüm yok. Sen gelmiş bana neden bu kadar acımasız olduğumu soruyorsun.”
“- Kaç yaşındasın?”
“- Yirmi üç.”
“- Anlıyorum. Ne kadar canının yandığını hatırlıyorum“
“- Hatırlıyor musun?!” Çılgınlar gibi gülmeye başladı 23 yaşındaki ben. “Ne kadar canımın yandığını hatırlıyorsun öyle mi?! Senin hatırladığını sandığın ne kadar canının yanabileceğini düşünmek olmasın?!” diye haykırdı. Bir yandan kalın siyah montunun fermuarını çekiştiriyordu açmak için.
“- Nasıl yani?” Merak içindeydim.
“- İşte böyle!” Montumun fermuarını indirmişti sonunda. Üstünde şu an üstümde olan siyah t-shirt vardı. T-shirt’ün göğsünde büyük ıslak ve yapış yapış duran koyu bir leke ve arkasında bir boşluk vardı sanki. “Kalbini söküp atabilmeyi kaç kere dilediğini hatırlıyor musun?” diye hırladı bana. İlk gördüğümde ne kadar perişan gözüktüğümü fark etmemiştim. Ne zaman birinin nasıl gözüktüğünü fark ettim ki zaten? “Aa evet,” diye devam etti “sen sadece düşünmüştün, o acının sadece yankısını hatırlıyorsun değil mi? Peki ya ben? Son hissettiğim şey o acı. Tek düşünebildiğim şey o acı, tek hatırlayabildiğim şey o acı. Tek hissedebildiğim şey o acı! Sen o günü hatırlamıyorsun bile!” eliyle dibinde durduğumuz duvara sertçe vurdu. “O gün onu beklemiyoruz. O gün mutsuz bile değiliz heyecan içindeyiz, kalbimiz umutla dolu. O’nun adını bile bilmiyoruz o gün. Sadece düşüncelerine aşık olduğu kızı arkadaşlarına anlatmak için heyecanla bekliyor. Birinin ilgisini çekmek için değil keyifle şarkı söylüyor. Buna –göğsündeki boşluğu göstererek- neden olacak her şeyin başladığı günü izliyorsun. Ve daha ne gördüğünü bile bilmeden sadece, hep yaptığın gibi yargılıyorsun.” Yüzünde aynaya baktığımda görmeye son derece aşina olduğum o nefret dolu öfkeyle gözlerimizin içine bakıyorduk. “Hangimiz kalpsiz acaba?” dedi kısık sesle. Elini –duvara vurduğunda avucunun içi parçalanmış olacak ki kan içindeydi- duvardan çekip göğsüme koydu. Sigarasının son nefesini içine çekti, suratıma tiksinerek üfledi. Arkasını dönerken yok olmaya başlamıştı bile. Göğsüme indirdim bakışlarımı hiçbir iz yoktu, ama duvarda kanlı beş parmak ve bir avuç içi yadsınamaz bir gerçeklikle duruyordu. 
Bakışlarımı tekrar binanın içine çevirdim. Sarışın düz saçlı bir kız karşıma oturmuştu. Ona heyecan içinde bir şeyler anlatıyordum. Sanırım haklıydım. Düşündüklerine, gördüklerine, duyduklarına aşık olduğum kızı anlatıyordum. Öylece onları izliyordum. Diğer benlerde olan ama bende olmayan bir şey vardı sanki bu gencecik çocukta. Gözlüklü bir çocuk geldi masaya, karşıma oturdu. Aynı heyecanla bütün olayları baştan sona ona tekrar anlattım. Bu sırada sarışın kız telefonuna bakıyordu. Sanki bir şeyler arıyordu. Bana heyecanla bir şeyler gösterdi. Masadaki heyecan onca yılın sıkışıp kaldığı duvarı bile aşıp bana kadar geliyordu. Birini arıyor! İçeri girip engel olmalıyım. Yoksa nelerin başlayacağını hatırlıyorum. Arkamı döndüğüm anda kendimle çarpışıp yere düşüyorum, ikimizde.
“- Yapma.” Diyor sakince. 
“- Neler olacağını bilmiyorsun!” diye çıkışıyorum.
“- Biliyorum” tek diyebildiğim bu, ağlamaya başlıyor ben. Böyle durumlarda ne yapacağımı hiçbir zaman bilemediğim için sadece yanına oturup sırtını okşamaya çalışıyorum. “Yapmana gerek yok, senin için ne kadar zor biliyorum.” Elimi indirip bağdaş kurduğum bacaklarımın arasında kavuşturuyorum. Hıçkıra hıçkıra ağladıkça ağlıyor ben, rahatsız bir şekilde yanında oturuyorum. Ağlarken sanki gözlerinde gördüğüm sönük ışık her damla gözyaşıyla beraber yanaklarından süzülüyordu. “Sanki yağmur yağacak gibi” dedim birden, neden bilmiyorum. Ağlayan ben bakışlarını kaldırıp masmavi gökyüzüne baktı. “Evet” dedi “yakında başlayacaktır.”  Konuşabildiği için çok rahatlamıştım. “Neyimiz var?” diye sorabildim bir süre rahatsız bir şekilde yan yana yerde oturduktan sonra. “Neyin var demek istedin sanırım.” Diye düzeltti beni soğuk bir sesle. 
“- Sen ben değil misin?” diye sordum
“- Görünüşe göre çok benzer olduğumuzu söyleyebilirim.” Dedi aynı soğuklukla. Ona daha dikkatli baktığımda bana ne kadar benzese de bir şeylerinin benden daha güzel olduğu hissine kapılıyordum. Yüzü mü daha güzeldi? Daha sağlıklı belki de? Tırnaklarının yenmemiş olduğu bir gerçekti. Düzenli tıraş oluyor gibi bir hali vardı. Saçı çok daha bakımlı, sanki şu anda olduğumdan çok daha düzgün duruyordu aynı kıyafetler onun üstünde. Dişleri sanki daha beyaz, alnı daha az kırışık, belki de yürürken de aksamıyordur. Belki de annemin tiril tiril derken tarif ettiği görüntü buydu. Onun bir yansımasını görüyordum.
“- Sen benden daha iyisin” dedim bu uzun incelememin sonunda. Bomboş gözlerle bana bakıyordu. Konuşmak için konuşmamı bekliyor gibiydi. Biten gözyaşlarıyla beraber gözlerinde o titrek pırıltı da kaybolmuştu, sanki son duygu kırıntısı da akıp gitmişti.
“ – Öyle miyim?” diye sordu.
“ – Kaç yaşındasın?” diye sorusunu duymazdan geldim.
“ – Seninle saniyesine kadar aynı yaştayız.”
“ – Nasıl yani? Sen şu anda olmam gereken ben misin?” diye sordum biraz merak biraz da panik içinde.
“ – Hayır. Az önce seni durdurmasaydım olacak senim.” Sesi o kadar soğuktu ki ürperdim. Gözlerim olması gerektiği gibi ela değil siyahtı. Neden yüzünde bu kadar az kırışıklığı olduğuna şaşmamam lazımdı. Yüzümde hiçbir mimik yok, konuşurken kıpırdanan dudaklar, nefes alıp verirken genişleyen ve daralan burun deliklerim dışında hiçbir şey kıpırdamıyordu.
“ – Sen yapabilmiş halimsin.” Dedim birden.
“ – Evet.” Diye karşılık verdi.
“ – Ruhumdan, duygularımdan, korkularımdan, mutluluklarımdan ve hüznümden arınmışım.” Dedim daha çok kendime.
“ – Evet.” Dedi sadece. Dönüp ona baktım uzunca. Benden daha güzeldi, buna eminim, ama eksik olan bir şey vardı. Belki yeteri kadar güneş almayan bir yerde olduğumuz için, ya da sadece bana öyle geldi. Ne kadar beyazdı teni. Kahverengi olması gereken saçları, arasında turuncu kıllar olan sakalları simsiyahtı sanki. Tırnakları griydi. Kıyafeti simsiyahtı, başka bir renk yoktu sanki üstünde. Ne düşündüğümü biliyordum “Evet” dedi renksiz ben. Elini sol bacağıma koyup kalktı. Şortundaki tozu silkeledi. “Artık benim olmayacağımı biliyorsun” dedi kayıtsız bir şekilde duvarı işaret ederek. Renksiz beni son kez göreceğimi biliyordum arkamı ona dönerken. Camdan baktığımda masada ikinci bir kız vardı. Çok geç kalmıştım. Artık içeri girmemin bir anlamı olmayacaktı. O’nun kim olduğunu çoktan öğrenmiştim.