Yazacak konu veya hikaye yerine zaman bulamamak ufak ufak sinirimi bozmaya başladı. Konu sıkıntısı çekmiyorum yıllar içinde biriken bir sürü şey var ama son zamanlarda gereksizlikler gereksizi bir tempo içinde günleri, haftaları bir biri ardına tüketiyorum. Yazmadığım süre içinde hayatımda meydana gelen inanılmaz büyük bir değişimden bahsedeceğim bugün: Sekans’ın kapanışı.
Evlenip, işe girip bir aile kurmama kadar gelen olaylar zincirinin ilk halkasının Sekans’ın kapanışı olduğu gün gibi açık ve ortada. Hayatımda son derece kusursuz bir dengeye sahip olan okul-sekans-ev döngüsünün kopması beni o olay öncesi bulunduğum denge halinde alıp kaotik bir başkalaşım içine öyle güçlü bir şekilde savurdu ki olan biten her şey bu kaos içinde gelişti ve ben mikrofona “ĞIEVEĞT” dediğim anda duruldu.
Birkaç ay önce hangi nedenden ötürü depresyona girip kendi kendime Sekansa gidip içsem diye neden seçen ben bir an baktım ki perde seçiyor. “Hayatın; ruhumu, bedenimin karanlığında boğuk acılarımla beslenmeye ittiği bir gün daha” gibi cümleler eşliğinde hayatı ele alan ben “bu kumaş daha hacimli gibi duruyor, hem rengi de çok iddialı değil, böylece oturma takımı daha ön plana çıkar” gibi cümlelerle iç mimarlara kafa atıyor. İçtiği biraların sayısını akılda tutmayı beceremediği için kendine özel adisyon açtıran ben düğünde kimin nereye oturacağını ezberden sayıyor. WoW’da karakterin çantasını düzenlemeye üşenen ben alınacaklar, taşınacaklar, öpülecekler, yalanacaklar gibi listelerin başında adeta mekik dokuyordum. İşte böylesine çılgın, böylesine gerçek dışı bir döneme sürükledi beni bu Sekansın Sakala satılma kararı.
Sekansın kapanışını her olgun birey gibi önce inkar ederek karşıladım. Bu inkar sürecinde arka arkaya sakala gittim ve kendimi sanki orası sekansmış gibi hissetmeye zorladım. Olmadı. İnkar evresini geride bıraktıktan sonra yitip giden bir sevgilinin acısını farklı fahişelerle beraber olarak bastırmaya çalışan biri gibi onlarca farklı bara gittim. Kimi ucuz, kimi çirkin, kimi pahalı, kimi sosyete onlarca barın tadına baktım ama ne bira eski bira ne tortilla eski tortillaydı oralarda. Alkol zihnimi bulandırdıkça kendimi daha çok sekansta sandım ama her ertesi sabah ayıldığımda orgazm sonrası yabancılaşma duygusuyla o barları bir daha aramadım onlarla karşılaşmak istemedim yolumu değiştirdim. Ara sıra elime biramı alıp serin bir Ankara akşamında bir zamanlar sekans olan, şimdi dolu gibi gözüken ama içi boşaltılmış bara buğulu gözlerle bakıp kendimi sarhoş ettim. Issız Adam filminde herif kızı terk ettikten sonra gidip kızın dükkanını kesiyordu ya, aynen öyle kestim ruhsuz binayı. Ama filmdeki gibi ben değildim terk eden, sekans beni terk etmişti. Sarhoş olup kapısına dayandım bir zamanlar sekans olan yerin, sürekli bira içtiğimden gidip sadece çiş yapıp çıktım bardan hiç sipariş vermeden. Medeni bir tepkiydi bu aslında, sekansı istiyordum geri, o sandalyeleri allanıp pullanmış çarpık yeri değil. Bir köpek gibi izimi bıraktım oraya. Tuvaletin duvarına çük çizdim her istediği yapılmayan yetişkin bireyin yapacağı gibi. İçimdeki vandal dürtüye teslim olup yaptım bunu. Bir daha ki çişli sessiz eylemimde benim çükün yanına daha büyük ve detaylı bir çükün çizilmiş olması umutlandırdı beni. “Param olsun alıcam lan orayı! Tekrar sekans yapacam oolum orayı” diye çemkirdim sağa sola “ha benim aslanıma, ha benim kaplanıma” bakışlarına aldırmadan. Param olmadı.
Dönem dönem farklı barlada mutluluğu buldum sandım. Boteco, varuna, andré. Hepsi geçici oldu. Ne ben onlara ne onlar bana, birbirimize vadettiklerimizi veremedik. Hala arada gözlerim dalar, aklım yürür Tunus caddesinden yukarı ağır aksak. Rüzgar çarpar yüzüme sert, soğuk ve duygusuz. Bilkent durağı bile sessiz kalır, onca sarı saçlı kız hüzünlüdür. Taksiciler bağırmaz, araba boşta motor çalışmadan arabayı arkaya kaydırır sessizce, benliğime selam verir anlayışla. O kimin nereye gideceği belli olmayan ışıkta tek bir korna sesi bile duyulmaz, anıların canlılığı soldukça azgın şoförler sessizce yollarına gider ruhumu rahatsız etmemek için. İddia bayiindeki amca ben geçerken sırtıma vurur, gözlerinde anlayış ve babacan bir tavırla. İşte orda olanca haşmetiyle duran zebani kılıklı sakal ve koca bir boşluk arkasında. Sanki bedenime inen bir darbe gibi zihnimi doldurur o eksilmişlik.
Ve tam bu düşüncelere boğulmuş vaziyette gri Ankara göğünü izlerken camda kendi yansımamı gördüm. Çok komik duruyordum. Yataktan yeni kalkmış üstümde bir tek boxer donumla bir von Trier filminden çıkmış edalarda camda kendimi görünce önce bir gülme geldi. Ondan sonra izlediğim site manzaramızdan bir annenin küçük oğlunun elinden tutarak bizim binaya doğru geldiğini fark ettim. Ev girişin bir kat üstü olduğu için kadınla neredeyse aynı hizada gibi bir durumdaydım. Sonra kendimi kadının yerine koyup kendimi camın önünde mal gibi gülen donlu şişman bir adama bakmamaya zorladım. Ama merakıma yenik düşüp kadının gözlerinden kendimi gördüm iyice gülme krizine girdim. İki büklüm oldum. Artık kadın ne düşündü bilmiyorum. Sekansı düşünmediğini biliyorum.
Çünkü onu orada hiç görmemiştim 7-8 yılda. Hiç. Ne kadar çok şey kaçırdığını fark ettim o kadının ve gülerken ağlamak nedir bilir misiniz dostlar? Hayır dediğinizi duyar gibiyim. İşte tam da bunu yaşadım. Kendimi camın önünden ayırıp özenle seçilmiş ve dikilmiş perdelerimizi kapatmaya zorladığımda aklımdaki düşünce çok açıktı. “Camda ağlayarak gülen şişman çıplak bir adam manzarasıyla Pazar gününe başlamak istemem.”
Sonra gözlerim bir daha daldı. Yok yok şaka, dalmadı. Gittim kahvaltı falan hazırladım.
30 Mart 2016 Çarşamba
13 Mart 2016 Pazar
Çağ
Hiç yalpalayan bir sarhoş gördünüz mü?
Hiç yalpalayacak kadar sarhoş oldunuz mu?
Hiç yalpalayamayacak kadar sarhoş oldunuz mu?
O son okuduğunuzu anlayabilmek ya da yaşayabilmek için gerçekten çok sarhoş olmanız gerekir. Muhtemelen sağlığa çok çok zararlı olacak kadar çok sarhoş olmanız gerekir. Yere yatıp askıdaki paltonuzu arabanın altında arayacak kadar sarhoş olmanız gerekir. Ya da hayatınızı değiştirecek o yabancıya kalbinizi açacak kadar çok sarhoş olmanız gerekir. Ya da o birine ona sarhoş olacak kadar güvenmeniz gerekir. Ona güvenebilecek kadar sevmeniz gerekir. Yıllardır aradığınız gerçek insanı bulmanız gerekir.
Çok zaman geçti üstünden. Soğuktu hava ona eminim. 2010 yılının sonu, 2011'in başı. Hemen yanıbaşımızda hayata dair biriktirdiğimiz umutları kocaman karton bir kutuya biriktirmiş, koskocaman kımızı bir kurdeleyle onu bağlamışız. Yeni yılı bekliyoruz. Kilolar verilecek, yüksek lisansa başlanacak, artık o içinde bulunulan o yaşamdan uzak boşluktan uzaklaşılacak, belki artık mutlu olunacak. Hayatımın mutsuzluklarla bezeli sonu mecburi bir ölümle bitecek bahtsızlıklar silsilesi olduğunu inandırmışken kendimi, bunca umut omuzlarımda taşınmayı bekler vaziyette ondan önceki yılların ağırlıklarıyla duruyordu. Daha hayatımın en karmaşık mutsuzluğunu yaşamama birkaç ay olduğunun farkında bile değildim. Onca düşünceye eklenen kilolarımı üstüme geçirdiğim siyah hırkanın ve koyu yeşil paltonun örteceği inancıyla yola koyulmuştum 2011e doğru.
Herşey olması gerektiği gibiydi. İçiyor, yiyor, mayışıyor, daha çok içiyor, biraz daha yiyor ve gittikçe bulanıklaşıyorduk birbirimizin gözünde. Ankara'yı bilmeyen birinin asla aunutmayacağı bir yapının dibindeki unutulmaya mahkum bir barda yeni yıla yanaşıyorduk adım adım.
Hayatınızda hiç adını ya da neye benzediğini hatırlamadığıız ama hayatınızı değiştiren bir insan oldu mu hiç? İşte tam bu özelliklere uyan bir kız uçurumdan aşağı yuvarlanmak üzere olan hayatıma dokunuverdi. Söyledikleri çok basit, unutulmaya bile değmeyecek bir cümleyi oluşturuyordu. "Şu kıvırcık saçlı çocuk da geçen dönem yüksek lisansa başlamış sizin orda".
Bir insanın hayatını değiştirebilmekten ne kadar uzak olabilirse bir cümle, işte bu da o kadar uzaktı. Ama uzakla yakın arasındaki uzaklığın yakınlığı bazen teninizi yakan soğuk kadar sıcak olabiliyor. Ve o acıyı aslında artık acımayıncaya kadar hissetmezsiniz. Ve o dinginlik o kadar keskindir ki. Kör bir bıçak kadar keskin ve acı verici. Ve o yokluk kadar dolu ve boğucu.
O adamın yanına gittim. Kıvırcık saçlıydı yalan yok. Çocuk demek çok anlamsız. Kadınların nedense hepimizi gördüğü kadar çocuktu. Sohbeti o kadınların botox yaptırmak için öleceği yaşı çok geçkindi. Saat ise ertesi günü yaşamamız gerektiğini söylüyodu. Ağzımdan bir nida yükseldi. Hala nedenini bilemem "lan bu bardaklar çok küçük sohbet edemiyoruz. Büyüğü yok mu bunun?" Hayatımda ilk ve son kez jagermeisteri vodka bardağıyla shot atışımdı o gece. Ve ilk defa gerçekten gerçek bir adama selam verişimdi.
Ellerimi mezar taşında gezdirdim, neden bilmiyorum. Saçları sandım belki. O toprağa daldırdım elimi. Yabani otlar! O kadar çoktular ki. Elimden geleni yaptım, Dudaklarımda oynaşan damlalar tuzlu. Ter mi? Göz yaşı belki? Neden peki? Yokluktan muhtemelen. Yokluk ne kadar büyük aslında ama ne kadar yavan. Yokluk denince hep O geliyor akla kız ya da adam. Aslında bu o kadar yanlış anlatılmış olmamalı. Yokluk ama bu sefer benimki. Aynı anda aynı yerde olmamak yokluğun nedeni kuşkusuz. Ama olunması gereken anı seçmek elimde değil miydi? Elimdeydi belki de. Parıltılı kumaşlara sarılmış nedenler haklılığımı yüceltirken aklımdaki huzursuzluk çok derin. Karın içine gömülmüş arabanın altındaki palto kadar.
Yüzündeki toprağı temizlediğimde gülümsemesi aynı gibiydi. Konuşması neşeli gibiydi. Mutluluğu orada gibiydi, sanki bıraktığım yerde. Dövmeli kolları açılmış, beni kucaklamak ister gibiydi. Sarılması sıkı gibi, sırtıma elini vurması uzun zaman sonra özlemiş olduğu bir dostu anar gibiydi. Ona sorduğum soruları cevaplar gibiydi. Gözlerindeki beni yıllar boyunca yakıp harlayan alev yanar gibiydi. Yıllar önce duymaya başladığı, dinlemeyi sevdiği sözlerimi duyar gibiydi. Elimden gelen bütün özürleri ona sunduğumda beni affeder gibiydi. Onu ne kadar özlediğimi anlar gibiydi. Ona gülümsediğimde onu ne kadar sevdiğimi bilir gibiydi. O gerçek adam artık benim önümde hep ama hep gibiydi. Kalbim ve ruhumdaki yaraların olması gereken gibileri onun eti ve kemiğindeydi. Yalnızlığın yalnızlığı elinizi atana kadar orda olduğunun bile farkında olmadığının artık orada olmamasının farkındılığıdır.
Bunu sana tattırdığım için özür dilerim.
Orada olamadığım için özür dilerim.
Olmadığım için özür dilerim.
Devrilen onca biranın, Uğruna içilen acıların, yüceltilen duyguların, paylaşılan sırların, yaşanmış karanlıkların, atılan kahkaların, boyunlara dolanmış kolların, bal yalanan sakalların, asla olmamış dünyaların ve bütün bu anıların şerefine!
Hiç yalpalayacak kadar sarhoş oldunuz mu?
Hiç yalpalayamayacak kadar sarhoş oldunuz mu?
O son okuduğunuzu anlayabilmek ya da yaşayabilmek için gerçekten çok sarhoş olmanız gerekir. Muhtemelen sağlığa çok çok zararlı olacak kadar çok sarhoş olmanız gerekir. Yere yatıp askıdaki paltonuzu arabanın altında arayacak kadar sarhoş olmanız gerekir. Ya da hayatınızı değiştirecek o yabancıya kalbinizi açacak kadar çok sarhoş olmanız gerekir. Ya da o birine ona sarhoş olacak kadar güvenmeniz gerekir. Ona güvenebilecek kadar sevmeniz gerekir. Yıllardır aradığınız gerçek insanı bulmanız gerekir.
Çok zaman geçti üstünden. Soğuktu hava ona eminim. 2010 yılının sonu, 2011'in başı. Hemen yanıbaşımızda hayata dair biriktirdiğimiz umutları kocaman karton bir kutuya biriktirmiş, koskocaman kımızı bir kurdeleyle onu bağlamışız. Yeni yılı bekliyoruz. Kilolar verilecek, yüksek lisansa başlanacak, artık o içinde bulunulan o yaşamdan uzak boşluktan uzaklaşılacak, belki artık mutlu olunacak. Hayatımın mutsuzluklarla bezeli sonu mecburi bir ölümle bitecek bahtsızlıklar silsilesi olduğunu inandırmışken kendimi, bunca umut omuzlarımda taşınmayı bekler vaziyette ondan önceki yılların ağırlıklarıyla duruyordu. Daha hayatımın en karmaşık mutsuzluğunu yaşamama birkaç ay olduğunun farkında bile değildim. Onca düşünceye eklenen kilolarımı üstüme geçirdiğim siyah hırkanın ve koyu yeşil paltonun örteceği inancıyla yola koyulmuştum 2011e doğru.
Herşey olması gerektiği gibiydi. İçiyor, yiyor, mayışıyor, daha çok içiyor, biraz daha yiyor ve gittikçe bulanıklaşıyorduk birbirimizin gözünde. Ankara'yı bilmeyen birinin asla aunutmayacağı bir yapının dibindeki unutulmaya mahkum bir barda yeni yıla yanaşıyorduk adım adım.
Hayatınızda hiç adını ya da neye benzediğini hatırlamadığıız ama hayatınızı değiştiren bir insan oldu mu hiç? İşte tam bu özelliklere uyan bir kız uçurumdan aşağı yuvarlanmak üzere olan hayatıma dokunuverdi. Söyledikleri çok basit, unutulmaya bile değmeyecek bir cümleyi oluşturuyordu. "Şu kıvırcık saçlı çocuk da geçen dönem yüksek lisansa başlamış sizin orda".
Bir insanın hayatını değiştirebilmekten ne kadar uzak olabilirse bir cümle, işte bu da o kadar uzaktı. Ama uzakla yakın arasındaki uzaklığın yakınlığı bazen teninizi yakan soğuk kadar sıcak olabiliyor. Ve o acıyı aslında artık acımayıncaya kadar hissetmezsiniz. Ve o dinginlik o kadar keskindir ki. Kör bir bıçak kadar keskin ve acı verici. Ve o yokluk kadar dolu ve boğucu.
O adamın yanına gittim. Kıvırcık saçlıydı yalan yok. Çocuk demek çok anlamsız. Kadınların nedense hepimizi gördüğü kadar çocuktu. Sohbeti o kadınların botox yaptırmak için öleceği yaşı çok geçkindi. Saat ise ertesi günü yaşamamız gerektiğini söylüyodu. Ağzımdan bir nida yükseldi. Hala nedenini bilemem "lan bu bardaklar çok küçük sohbet edemiyoruz. Büyüğü yok mu bunun?" Hayatımda ilk ve son kez jagermeisteri vodka bardağıyla shot atışımdı o gece. Ve ilk defa gerçekten gerçek bir adama selam verişimdi.
Ellerimi mezar taşında gezdirdim, neden bilmiyorum. Saçları sandım belki. O toprağa daldırdım elimi. Yabani otlar! O kadar çoktular ki. Elimden geleni yaptım, Dudaklarımda oynaşan damlalar tuzlu. Ter mi? Göz yaşı belki? Neden peki? Yokluktan muhtemelen. Yokluk ne kadar büyük aslında ama ne kadar yavan. Yokluk denince hep O geliyor akla kız ya da adam. Aslında bu o kadar yanlış anlatılmış olmamalı. Yokluk ama bu sefer benimki. Aynı anda aynı yerde olmamak yokluğun nedeni kuşkusuz. Ama olunması gereken anı seçmek elimde değil miydi? Elimdeydi belki de. Parıltılı kumaşlara sarılmış nedenler haklılığımı yüceltirken aklımdaki huzursuzluk çok derin. Karın içine gömülmüş arabanın altındaki palto kadar.
Yüzündeki toprağı temizlediğimde gülümsemesi aynı gibiydi. Konuşması neşeli gibiydi. Mutluluğu orada gibiydi, sanki bıraktığım yerde. Dövmeli kolları açılmış, beni kucaklamak ister gibiydi. Sarılması sıkı gibi, sırtıma elini vurması uzun zaman sonra özlemiş olduğu bir dostu anar gibiydi. Ona sorduğum soruları cevaplar gibiydi. Gözlerindeki beni yıllar boyunca yakıp harlayan alev yanar gibiydi. Yıllar önce duymaya başladığı, dinlemeyi sevdiği sözlerimi duyar gibiydi. Elimden gelen bütün özürleri ona sunduğumda beni affeder gibiydi. Onu ne kadar özlediğimi anlar gibiydi. Ona gülümsediğimde onu ne kadar sevdiğimi bilir gibiydi. O gerçek adam artık benim önümde hep ama hep gibiydi. Kalbim ve ruhumdaki yaraların olması gereken gibileri onun eti ve kemiğindeydi. Yalnızlığın yalnızlığı elinizi atana kadar orda olduğunun bile farkında olmadığının artık orada olmamasının farkındılığıdır.
Bunu sana tattırdığım için özür dilerim.
Orada olamadığım için özür dilerim.
Olmadığım için özür dilerim.
Devrilen onca biranın, Uğruna içilen acıların, yüceltilen duyguların, paylaşılan sırların, yaşanmış karanlıkların, atılan kahkaların, boyunlara dolanmış kolların, bal yalanan sakalların, asla olmamış dünyaların ve bütün bu anıların şerefine!
10 Mart 2016 Perşembe
Albatros
Hayatımın bir şeyler yazıp anlatmaya çalışma kısmını geride bıraktığımı sanıyordum. Hatta öyle olduğuna alenen inanıyordum. Ki yanılmışım besbelli. Konuşmak da güzel. Konuşmak da eğlenceli. Ama gel gör ki bu daha rahat gibi. Çenen yorulmuyor. Sadece bu değil tabii backspace tuşu yok konuşurken. Dilin sürçtüğü an yandın. Eğer basit bir dil sürçmesiyse “hayatımın bir şeyler yazıp anlatmaya kısmını geride bıraktığımı sanıyordum.” Yerine “Halımın bir şeyler yazıp anlatmaya çalışma kısmını geride bıraktığımı sanıyordum.” Dersen 2-3 dakika eğlenilir. Sonra unutulur. Bir yudum bira içilir kaldığın yerden devam edersin. Ama “Hayalarımın bir şeyler yazıp anlatmaya çalışma kısmını geride bıraktığımı sanıyordum” dersen işte 1 sene konuşulur hayalarınla yazdıkların. Ama dilin sürçtürmeyip aklına geleni içinden geçen pat diye söylersen. O minicik “pat”ın kopardığı patırtı hiç de düşündüğün kadar küçük olmuyor. Sayfada durduğu kadar da tatlı durmuyor.
Ahkam keseceğim şey bu değildi. Dediğim gibi artık yazıp kendimi açıklama çabasının yerini okuyup açıklananı anlama derdi aldı gibi bir düşünce içindeydim. Böyle de ölürüm diyordum. Ölmedim. Sonuç olarak çok çok uzun zaman oldu ve anlatılacak birçok mesele birikti. Son 3-4 yılda başımda geçen her şeyi bir anda anlatsam, değişeni değişmeyeni söylesem buda ne sıkıcı olurdu dimi? Bundan sonra yazdıklarımı okumazdınız. Çünkü arkalarda merakından ölenleri (!) görüyorum. Ölmeyin anlatacağım. Ama estikçe, zira çok fazla şey oldu. Hayatım, korkaklığımla sınırladığım hayal gücümün olası iki sınırı arasında farkına yeni yeni varabildiğim bir hızla salınıp duruyor. Kararsızlıklarımdaki tutarlılığım verdiğim kararların heyecanlı olduğu kadar doğru olmasını sağladı şimdiye kadar. Ki bu konuda övünmeyi hak ettiğimi düşünüyorum. Düşünmesem övünmezdim zaten.
Son zamanlarda dediğim gibi “üstat ne anlatmaya çalışmış” tutumundan aklımda kalan 2-3 şey var. Sen ne kadar kasarsan kas, kelimeleri o biçim kullan, cümlenin önünü arkasına arkasını önüne koy. Bütün romanda bir kelimeyi sadece bir kere kullan gerisinde öyle geniş bir kelime dağarcığın olsun ki hep eş anlamlılarını kullan. Ne yaparsan yap kurgu sik gibiyse yazdığın sik gibi oluyor akılda da bu kalıyor. Bu ilk aklımda kalandı. Bunun yanında insanı korkutmanın çok farklı yöntemleri olmadığı, korkunç hikayelerin temel öğelerinin doğa dışı şeyler olduğuna emin oldum. Eğer eldeki “doğa dışılık” yetersizse kendi “doğa dışılığını” yaratmak gerekiyor bkz. Lovecraft. Newton gibi ama daha anlaşılır. Ve son olarak aklımda en taze olan ve asıl tekrardan beni bilgisayarın başına oturtan: yazmak için ille de aklında bir şey olmasına gerek yok. Bu da rüyasında gördüğü kovboya inat hiçbir şey hakkında yazabileceğini ve bunun çok da zor olmayacağını kafasına koyan yaşlı bir kadından kaptım. Ah keşke daha önce tanısaymışım seni. Sanırım müziğine de bayılırdım belki o zaman. Bu kadar çok seven var. Ama insanın bazı zevkleri hiç değişmiyor. Mümkün olduğu kadar çok gürültü patırtı olmadan keyif alamıyorum çoğunlukla müzikten. Buna karşın en çok bu yaşlı kadının hayatı ve yazdığı “hiçbir şeyler hakkındakiler” etkiledi beni.
Konu ucundan müziğe değdiğine göre asıl yazmayı tasarladığım konuya giriş yolum ardına kadar açılmış vaziyette. Daha önce de hiç söylemekten kaçınmadığım gibi müziksiz geçebilecek bir gün düşünemiyorum. Atıl geçmeye aday her zaman kırıntısını notalara bulayıp nehre bırakmayı hayatımın kaçınılmaz bir parçası haline getirdim taşınabilir ilk kasetçalarımı aldığım günden bugüne kadar. O zamanlar biraz heves biraz annemle babamın iteleme kakalamasıyla gitar kursuna gidiyordum. Bir süre sonra gitar çalmanın aslında havalı bir şey olduğunu fark ettim. Ki bu farkındalık da epey uzun süre gerek eylemlerim gerek söylemlerinde kendini hissettirdi. Daha sonrasında gitar çalmaktan daha da havalı bir şey buldum! Davul çalmak. Benden ayrı kaldığınız 3-4 sene boyunca çılgınlar gibi davul çalıştım ve şimdi üstat oldum olacağım diyebilmeyi çok isterdim ancak bu 3-4 sene farklı davul ekipmanları alıp gökten vahi bekleyerek geçti. 1 ay önce davul dersleri almaya başladım ama. Şimdi de çılgınlar gibi çalışıyorum gerçekten. 4 sene geriden gelsem de hayallerimden, gerçekten işin büyük bölümü –üstümdeki deli saçması ataleti atmak- tamam. Şimdi çok çalışıp öğrenmesi kaldı. O kolay olacak demiyorum ama evden çıkabilmem 4 sene sürdü ondan daha zor olamaz herhalde? Her neyse yıllardır içimde yeşeren hatta bildiğin kütüklü mütüklü ağaca dönüşen bu davul sevgisi bana gitar dönemimde de yaptığım bir şeyi fark etmemi sağladı. Ben bir şarkıyı dinlerken son 1-2 ay iyice yoğun olmakla beraber geride bıraktığım birkaç senedir şarkıların sadece davullarını dinliyormuşum. Ondan öncesinde de sadece gitarları ya da basslarını dinliyormuşum hangisi o dönemde daha çok ilgimi çekiyorsa. Bu kadar çok şarkı sözü biliyor olmam - ki emin olun çok fazla biliyorum – tamamen çeşitliliğe yeniliğe bu konuda ne kadar kapalı olduğumun göstergesi sadece. Aynı şeyleri sayısız kez tekrar tekrar her ruh halinizde dinlerseniz siz de çalanların hepsini ezbere söyleyecek hale geliyorsunuz. Demem o ki birçok farklı irili ufaklı melodinin birleşimiyle, bin bir zorluk ve özenli seçilmiş kelimelerle - üstüne alınma serdar ortaç - yazılmış sözlerle tamamlanmış, beğenilmiş kaydedilmiş şarkıların sadece beni ilgilendiren kısmını dinliyor. Geri kalanına sanki o kısım için katlanıyor gibiymişim yıllardır. Ya da hiç varlığından haberim bile olmadan binlerce kez kulaklarıma dolup dolup boşalmışlar. Başımı bütün dikkatimi verdiğim yerden kaldırıp bir kerecik geri yaslanıp tamamına baktım şarkılarım - Patti buna senin kitabın yol açtı, teşekkürler – ve aslında ne kadar çok şeyi kaçırdığımı fark ettim bunca zaman. Bu yüzden yıllardır dinlediğim ezbere çalıp söylediğim şarkıları sanki ilk defa dinliyormuşum gibi hissettim yakın zamanda. Sadece – kesinlikle daimi olmamak kaydıyla - bir adım geride durarak.
İşte tam bu noktada tökezleyip istediğimden daha fazla adım attım sanırım geriye doğru. Bahsetmişimdir, kesin bahsetmişimdir, çok dengesiz yürüyen birisiyim düz yolda yürürken bile. O yüzden geri geri adım atmaya çalışırken kendi kendime dolanıp gereğinden fazla geri doğru açılmam hatta düşüp kafamı yarmam son derece olasıydı. Ki tam da bu paragrafın başında belirttiğim gibi fazlasıyla açıldım. Üzerine eğilmiş olduğum “müzik” klasörümden hızla uzaklaşırken tepesinde istediğiniz lisanda eşşek (evet 2 ş’yle) kadar “HAYAT” yazan kitaplıkla banka kasası karışımı şeye kafamı oradan oraya savurmadan bakabileceğim bir mesafeye kadar yuvarlandım. Bu yolculuk sırasında çarpıp yıkıp döktüğüm şeylerse daha sonraki yazıların konusu.
Sonuç kendi hayatımın dışına yuvarlanıp çıkınca biraz canım sıkıldı. O garip kitaplıksı şeyin %70’i en az renksiz çok kötü sıkıcı iğrenç bir bej rengi klasörlerle doluydu. Hepsinin üstünde kocaman “İŞ” yazıyordu. İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA –belki eğlence- İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA ve aynen böyle devam ediyordu. Geri kalanı çok eğlenceliydi. Küçücük bir Victor Hugo çıkmış bana el sallıyor beni Harfleur’e davet ediyordu ellerinde çiçekler sanki Léopoldine’in mezarına yalnız gitmek istemiyor, ona eşlik etmemi istiyor gibiydi. Birkaç sıra altında Syd elinde bir gitarla oturmuş eminim uğursuz bir şeyler tüttürüyor, başıyla beni selamlıyor Kurzweilinin başına yeni geçmiş olan Richard’a dönüp eski günlerdeki gibi bir şarkıya başlıyorlardı. Biraz ötede Magiz Johnson Larry Bird’le şakalaşıyor majesteleriyle adeta ortada sıçan oynuyorlardı. Kızıl saçlı bir adam sinirli sinirli kulağını ararken kırmızı boya kemiriyordu. Ona inanamaz gözlerle bakan Monet St. Lazare garına buhar üstüne duman, duman üstüne sis ekliyordu. Yukarda orta yaşlı bir alman yanına göze batan masmavi ceketli parlak sarı pantolonlu genç bir almanın imkansız aşkı ve buna bağlı acılarını yazıyordu. Bir gurup çılgın İngiliz vücutlarına geçirebildikleri bütün siyah deri kıyafetleri geçirmiş metal, gece, kadınlar, şimşekler, elektrik akımları üzerine çılgınalar gibi şarkılar söyleyip motosiklet sürüyorlardı. Bunların Yahuda’yla ilişkilerini gözden geçirmeyi aklımın bir kenarına not aldım bile.
Ben tüm bu renkleri bu hareketliliği görmek beni aslında biraz olsun o kitaplıkımsı şeyin vızıkladığım kadar kötü olmadığını itiraf etmeme yetti. Ama işte içim acıdı. O sıkıcı bej rengin içine bu kadar gömülüyken, tüm bu renkler geçip gidiyordur. Bir trenin durmadan hızla geçtiği küçük bir duraktaki yüzler ve renkler gibi birbirine karışmış. Bu karışıklık yüzünden beje çalan bir şekilde geçip gittiklerini fark edince yaşadığım sinir ve huysuzluk halini tarif etmem pek kolay değil. Keşke her farkındalık yanında çözümle beraber gelseydi. Kendimi işte tam bu noktada Pink Floyd’un emtpy spaces şarkısına sıkışmış kalmış hissediyorum. Ki emin olun The Wall’da içinde sıkışıp kalmak isteyeceğiniz hiçbir şarkı yok. Eğer izlemediyseniz filmini izleyin. Orada duvardan taşan BMW ve Mercedes’i görünce aklınıza ansızın ben geleyim. Nereden alındığı meçhul bir gözlükle o lüks arabalar salyalar saçarak bakarken hayal edebilirsiniz beni. İşte her sabah alarmın sesine uyandığımda küfretmemin nedeni o görüntümdür. Uykumu alamamış olmak değil.
Yazıya başlık bulamadığım zaman başlık bulma aşamasında ne dinliyorsam o şarkının adını ya da şarkıda geçen bir kelimeyi koymayı uygun görüyorum. Öyle yapmasam yazılarımın isimleri düzenli olarak Çorba, Çorba-2, Çorba-3… Çorba-n şeklinde olacaktı muhtemelen. Dinlediğim şarkı Pink Floyd-Echoes’dur efendim. Bu şarkıdan habersizseniz az önce bahsinin geçtiği yeri kopyalayıp youtube’a yazınız. Albatros kelimesi bir anda kulağıma çok hoş geldi. Esasen martının büyüğü. Hayatımda ilk albatrosumu 10 yaşımda son albatrosumu ise 10 buçuk yaşımda gördüm. Ondan beridir martıyla yetiniyorum.
Ahkam keseceğim şey bu değildi. Dediğim gibi artık yazıp kendimi açıklama çabasının yerini okuyup açıklananı anlama derdi aldı gibi bir düşünce içindeydim. Böyle de ölürüm diyordum. Ölmedim. Sonuç olarak çok çok uzun zaman oldu ve anlatılacak birçok mesele birikti. Son 3-4 yılda başımda geçen her şeyi bir anda anlatsam, değişeni değişmeyeni söylesem buda ne sıkıcı olurdu dimi? Bundan sonra yazdıklarımı okumazdınız. Çünkü arkalarda merakından ölenleri (!) görüyorum. Ölmeyin anlatacağım. Ama estikçe, zira çok fazla şey oldu. Hayatım, korkaklığımla sınırladığım hayal gücümün olası iki sınırı arasında farkına yeni yeni varabildiğim bir hızla salınıp duruyor. Kararsızlıklarımdaki tutarlılığım verdiğim kararların heyecanlı olduğu kadar doğru olmasını sağladı şimdiye kadar. Ki bu konuda övünmeyi hak ettiğimi düşünüyorum. Düşünmesem övünmezdim zaten.
Son zamanlarda dediğim gibi “üstat ne anlatmaya çalışmış” tutumundan aklımda kalan 2-3 şey var. Sen ne kadar kasarsan kas, kelimeleri o biçim kullan, cümlenin önünü arkasına arkasını önüne koy. Bütün romanda bir kelimeyi sadece bir kere kullan gerisinde öyle geniş bir kelime dağarcığın olsun ki hep eş anlamlılarını kullan. Ne yaparsan yap kurgu sik gibiyse yazdığın sik gibi oluyor akılda da bu kalıyor. Bu ilk aklımda kalandı. Bunun yanında insanı korkutmanın çok farklı yöntemleri olmadığı, korkunç hikayelerin temel öğelerinin doğa dışı şeyler olduğuna emin oldum. Eğer eldeki “doğa dışılık” yetersizse kendi “doğa dışılığını” yaratmak gerekiyor bkz. Lovecraft. Newton gibi ama daha anlaşılır. Ve son olarak aklımda en taze olan ve asıl tekrardan beni bilgisayarın başına oturtan: yazmak için ille de aklında bir şey olmasına gerek yok. Bu da rüyasında gördüğü kovboya inat hiçbir şey hakkında yazabileceğini ve bunun çok da zor olmayacağını kafasına koyan yaşlı bir kadından kaptım. Ah keşke daha önce tanısaymışım seni. Sanırım müziğine de bayılırdım belki o zaman. Bu kadar çok seven var. Ama insanın bazı zevkleri hiç değişmiyor. Mümkün olduğu kadar çok gürültü patırtı olmadan keyif alamıyorum çoğunlukla müzikten. Buna karşın en çok bu yaşlı kadının hayatı ve yazdığı “hiçbir şeyler hakkındakiler” etkiledi beni.
Konu ucundan müziğe değdiğine göre asıl yazmayı tasarladığım konuya giriş yolum ardına kadar açılmış vaziyette. Daha önce de hiç söylemekten kaçınmadığım gibi müziksiz geçebilecek bir gün düşünemiyorum. Atıl geçmeye aday her zaman kırıntısını notalara bulayıp nehre bırakmayı hayatımın kaçınılmaz bir parçası haline getirdim taşınabilir ilk kasetçalarımı aldığım günden bugüne kadar. O zamanlar biraz heves biraz annemle babamın iteleme kakalamasıyla gitar kursuna gidiyordum. Bir süre sonra gitar çalmanın aslında havalı bir şey olduğunu fark ettim. Ki bu farkındalık da epey uzun süre gerek eylemlerim gerek söylemlerinde kendini hissettirdi. Daha sonrasında gitar çalmaktan daha da havalı bir şey buldum! Davul çalmak. Benden ayrı kaldığınız 3-4 sene boyunca çılgınlar gibi davul çalıştım ve şimdi üstat oldum olacağım diyebilmeyi çok isterdim ancak bu 3-4 sene farklı davul ekipmanları alıp gökten vahi bekleyerek geçti. 1 ay önce davul dersleri almaya başladım ama. Şimdi de çılgınlar gibi çalışıyorum gerçekten. 4 sene geriden gelsem de hayallerimden, gerçekten işin büyük bölümü –üstümdeki deli saçması ataleti atmak- tamam. Şimdi çok çalışıp öğrenmesi kaldı. O kolay olacak demiyorum ama evden çıkabilmem 4 sene sürdü ondan daha zor olamaz herhalde? Her neyse yıllardır içimde yeşeren hatta bildiğin kütüklü mütüklü ağaca dönüşen bu davul sevgisi bana gitar dönemimde de yaptığım bir şeyi fark etmemi sağladı. Ben bir şarkıyı dinlerken son 1-2 ay iyice yoğun olmakla beraber geride bıraktığım birkaç senedir şarkıların sadece davullarını dinliyormuşum. Ondan öncesinde de sadece gitarları ya da basslarını dinliyormuşum hangisi o dönemde daha çok ilgimi çekiyorsa. Bu kadar çok şarkı sözü biliyor olmam - ki emin olun çok fazla biliyorum – tamamen çeşitliliğe yeniliğe bu konuda ne kadar kapalı olduğumun göstergesi sadece. Aynı şeyleri sayısız kez tekrar tekrar her ruh halinizde dinlerseniz siz de çalanların hepsini ezbere söyleyecek hale geliyorsunuz. Demem o ki birçok farklı irili ufaklı melodinin birleşimiyle, bin bir zorluk ve özenli seçilmiş kelimelerle - üstüne alınma serdar ortaç - yazılmış sözlerle tamamlanmış, beğenilmiş kaydedilmiş şarkıların sadece beni ilgilendiren kısmını dinliyor. Geri kalanına sanki o kısım için katlanıyor gibiymişim yıllardır. Ya da hiç varlığından haberim bile olmadan binlerce kez kulaklarıma dolup dolup boşalmışlar. Başımı bütün dikkatimi verdiğim yerden kaldırıp bir kerecik geri yaslanıp tamamına baktım şarkılarım - Patti buna senin kitabın yol açtı, teşekkürler – ve aslında ne kadar çok şeyi kaçırdığımı fark ettim bunca zaman. Bu yüzden yıllardır dinlediğim ezbere çalıp söylediğim şarkıları sanki ilk defa dinliyormuşum gibi hissettim yakın zamanda. Sadece – kesinlikle daimi olmamak kaydıyla - bir adım geride durarak.
İşte tam bu noktada tökezleyip istediğimden daha fazla adım attım sanırım geriye doğru. Bahsetmişimdir, kesin bahsetmişimdir, çok dengesiz yürüyen birisiyim düz yolda yürürken bile. O yüzden geri geri adım atmaya çalışırken kendi kendime dolanıp gereğinden fazla geri doğru açılmam hatta düşüp kafamı yarmam son derece olasıydı. Ki tam da bu paragrafın başında belirttiğim gibi fazlasıyla açıldım. Üzerine eğilmiş olduğum “müzik” klasörümden hızla uzaklaşırken tepesinde istediğiniz lisanda eşşek (evet 2 ş’yle) kadar “HAYAT” yazan kitaplıkla banka kasası karışımı şeye kafamı oradan oraya savurmadan bakabileceğim bir mesafeye kadar yuvarlandım. Bu yolculuk sırasında çarpıp yıkıp döktüğüm şeylerse daha sonraki yazıların konusu.
Sonuç kendi hayatımın dışına yuvarlanıp çıkınca biraz canım sıkıldı. O garip kitaplıksı şeyin %70’i en az renksiz çok kötü sıkıcı iğrenç bir bej rengi klasörlerle doluydu. Hepsinin üstünde kocaman “İŞ” yazıyordu. İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA –belki eğlence- İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA ve aynen böyle devam ediyordu. Geri kalanı çok eğlenceliydi. Küçücük bir Victor Hugo çıkmış bana el sallıyor beni Harfleur’e davet ediyordu ellerinde çiçekler sanki Léopoldine’in mezarına yalnız gitmek istemiyor, ona eşlik etmemi istiyor gibiydi. Birkaç sıra altında Syd elinde bir gitarla oturmuş eminim uğursuz bir şeyler tüttürüyor, başıyla beni selamlıyor Kurzweilinin başına yeni geçmiş olan Richard’a dönüp eski günlerdeki gibi bir şarkıya başlıyorlardı. Biraz ötede Magiz Johnson Larry Bird’le şakalaşıyor majesteleriyle adeta ortada sıçan oynuyorlardı. Kızıl saçlı bir adam sinirli sinirli kulağını ararken kırmızı boya kemiriyordu. Ona inanamaz gözlerle bakan Monet St. Lazare garına buhar üstüne duman, duman üstüne sis ekliyordu. Yukarda orta yaşlı bir alman yanına göze batan masmavi ceketli parlak sarı pantolonlu genç bir almanın imkansız aşkı ve buna bağlı acılarını yazıyordu. Bir gurup çılgın İngiliz vücutlarına geçirebildikleri bütün siyah deri kıyafetleri geçirmiş metal, gece, kadınlar, şimşekler, elektrik akımları üzerine çılgınalar gibi şarkılar söyleyip motosiklet sürüyorlardı. Bunların Yahuda’yla ilişkilerini gözden geçirmeyi aklımın bir kenarına not aldım bile.
Ben tüm bu renkleri bu hareketliliği görmek beni aslında biraz olsun o kitaplıkımsı şeyin vızıkladığım kadar kötü olmadığını itiraf etmeme yetti. Ama işte içim acıdı. O sıkıcı bej rengin içine bu kadar gömülüyken, tüm bu renkler geçip gidiyordur. Bir trenin durmadan hızla geçtiği küçük bir duraktaki yüzler ve renkler gibi birbirine karışmış. Bu karışıklık yüzünden beje çalan bir şekilde geçip gittiklerini fark edince yaşadığım sinir ve huysuzluk halini tarif etmem pek kolay değil. Keşke her farkındalık yanında çözümle beraber gelseydi. Kendimi işte tam bu noktada Pink Floyd’un emtpy spaces şarkısına sıkışmış kalmış hissediyorum. Ki emin olun The Wall’da içinde sıkışıp kalmak isteyeceğiniz hiçbir şarkı yok. Eğer izlemediyseniz filmini izleyin. Orada duvardan taşan BMW ve Mercedes’i görünce aklınıza ansızın ben geleyim. Nereden alındığı meçhul bir gözlükle o lüks arabalar salyalar saçarak bakarken hayal edebilirsiniz beni. İşte her sabah alarmın sesine uyandığımda küfretmemin nedeni o görüntümdür. Uykumu alamamış olmak değil.
Yazıya başlık bulamadığım zaman başlık bulma aşamasında ne dinliyorsam o şarkının adını ya da şarkıda geçen bir kelimeyi koymayı uygun görüyorum. Öyle yapmasam yazılarımın isimleri düzenli olarak Çorba, Çorba-2, Çorba-3… Çorba-n şeklinde olacaktı muhtemelen. Dinlediğim şarkı Pink Floyd-Echoes’dur efendim. Bu şarkıdan habersizseniz az önce bahsinin geçtiği yeri kopyalayıp youtube’a yazınız. Albatros kelimesi bir anda kulağıma çok hoş geldi. Esasen martının büyüğü. Hayatımda ilk albatrosumu 10 yaşımda son albatrosumu ise 10 buçuk yaşımda gördüm. Ondan beridir martıyla yetiniyorum.
3 Mart 2016 Perşembe
Kaçma - Bölüm V-VI
V
Elimdeki sigarayı düşürdüm. Duvar
süsüne karşı yaşadığım transtan ayağımdaki keskin yanık acısı uyandırdı beni.
Bu kadarı çok fazlaydı. Az önce gördüğüm rüyadaki o kırmızı ağaca ne kadar da
benziyordu. Sadece salkım salkım ilmiklere asılmış çocuk bedenleri ve o garip
doktor gibi giyinmiş yaratık yoktu. Süsü tekrar yapıştırdığım yerden çıkartıp
mutfağa gittim. Kendime bir bira açtım ve patronuma saatlerdir kusup sıçtığıma
dair çok inandırıcı olduğunu umduğum bir sesli mesaj bıraktım. “Bırak işi
doktora bile gidecek halde değilim. Sanki kıçım vanası sonuna kadar açılmış bir
kanalizasyon borusu gibi. 10 dakikada bir sıçıyorum. 25 dakikada bir kusuyorum.
Gece mahallede yeni açılan hint lokantasında körili tavuk yemiştim. Ve bağırsaklarım
o sikik kıçımdan dışarı fışkırmak üzere. Eğer sıvı bok yerine para sıçıyor ve
kusuyor olsam lanet şirketini 4 kere satın alabilecek kadar param olurdu
patron. Kısacası durum böyle. Yarın gelebileceğimi sanmıyorum” demiştim.
Biramı, sigaramı ve duvar süsünü alıp salona geçtim.
Saat 5e yaklaşıyordu ve ben ne
umduğumu bilmeden kırmızı kuru ağaç çizimine bakıyordum. Ne zaman aldığımızı
hatırlamıyordum ya da nereden aldığımızı. Muhtemelen gittiğimiz bir seyahatten
ya da bir eskiciden almıştık. Resimde ilginç hiçbir şey yoktu. Siyah bir arka
planın üstüne çizilmiş kurumuş kırmızı tek başına bir ağaç sadece. Tahtasını
incelemeye başlayınca ne kadar pislenmiş olduğunu fark ettim. Herhalde 3 yıldır
hiç tozunu almamıştım. Tahtanın arkasına baktım. Ne bir işaret ne bir yazı ne
bir sayı hiçbir şey yoktu. Tahtanın kenarlarını incelemeye başladığım anda
kanım dondu. Tahtanın üst kenarında kalın bir toz tabakasıyla kaplanmıştı. Bu
beklenen bir şeydi. Ama bu toz tabakasının üstünde çok küçük parmakların izleri
vardı. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başlamıştı. Tahtanın üstüne
parmaklarımdan birini yerleştirdim. Bu izler benim olamazdı. Benim parmağımın
izine göre çok… çok küçüklerdi. Tıpkı 3-4 yaşlarında bir çocuğun ellerinin
olacağı kadar.
Bütün vücudumu tarifin çok
ötesinde bir dehşet kapladı. Buradan,
evden hemen uzaklaşmak istiyordum. Şafak henüz sökmemişti. Ülkenin bu kadar
kuzeyinde sabah saat 9a doğru hava aydınlanmaya başlardı. Evin ışıkları açık
ama sokaklar kap karanlıktı. Çok büyük bir ikilem içinde kalmıştım. Birkaç
gündür gittikçe tuhaflaşan şeyler yaşadığım evde mi kalayım? Yani ışıkta? Yoksa
üstüme ne bulursam giyip buraya bir daha dönmemek üzere buradan uzaklaşayım mı?
Aceleyle yatak odasına daldım. Üstüme aceleyle ne bulursam giydim. Hava haftalardır
buz gibiydi bugün de farklı olmasını beklemiyordum. Üstümü giyinebildiğim kadar
kalın giyindim. Bu kontrolsüz bir şekilde titrememe engel olamıyordu. Aceleyle
evin içinde cüzdanımı ve telefonumu aradım. Telefonumu genelde yatağa
yastığımın altına koyuyordum uyurken ama şimdi orda yoktu. Eğilip yatağın
altına baktığım sırada bütün omurgama yayılan buz gibi bir korkuyla donup
kaldım. Arkamdan bir kıkırdama gelmişti. Hihihihi.
Kıkırdama neşeliydi aslında, alaycı bir tını sezmemiştim sesinde. Ama Bütün
vücuduma yayılan ürperti kıpırdamamı bu kadar zorlaştırıyor olamazdı. O kadar
savunmasız bir durumdaydım ki. Gözlerime yatağın altındaki telefon ilişti. Ona
uzanıp olduğu yerden kapıp ayağa kalktım. Döndüğümde arkamda göreceğim şeyden
ölümüne korkuyordum. Bir türlü dönemiyordum arkamı.
“- Korkmana gerek yok baba.
Benim.” Sesi sanki biraz kırgın gibiydi. Dönüp ona bakmadığım için kalbi
kırılmıştı sanki. Kalbi mi?! Ne kalbi!
“- Bana neden baba deyip
duruyorsun?” Sesim bir fısıltıdan daha yüksek çıkamamıştı. Durduğum yerde tir
tir titriyordum.
“- Babama ne demem gerekir ki?”
Biraz aklı karışmış gibiydi. Ölümün soğukluğunu iliklerimde hissediyordum. Kat
kat giyinmiş sıcak evin içinde paltomla terlerken donuyordum. 7 kere intihar
etmeye çalışmıştım. Her birinde ölmekten öylesine korkmuştum ki sonunda her
seferinde gülünç duruma düşmüştüm. Ama hiçbirinde bu kadar çok korkmamıştım.
Yatak odamdaki pencereye baktım koşup oradan dışarıya atlayabilir miyim diye.
6ıncı katta oturuyordum. Ve kendimi atmamam için –sanki atabilecekmişim gibi-
demir parmaklıklar taktırmıştık doktorumla. Yatak odasından tek kaçış yolum
arkamda, sesin geldiği yerdeydi. Bütün bu olanları unutmamın atlatmamın
imkansız olduğunun bilinciyle cesaretten çok çaresizlik içinde yavaş yavaş
arkamı döndüm.
Kapı ve arkasındaki koridor
boştu. Elimde sıkı sıkı tuttuğum telefonu ceplerimden birine yerleştirdim. Tek
bir koşu hızlı kapıya kadar. Hiçbir yere bakmadan. Hiçbir şeyi duymadan. Bu
lanetli sahneyi terk etmeme yetecekti. Doktorumun evine kadar koşabileceğimden
emin değildim ama başka şansım var mıydı? Kaslarım gerilmiş bir yay gibi
koşmaya hazırlanmıştım ki o kan dondurucu ses tekrar konuştu.
“-Kaçma baba. Dışarısı karanlık
ve soğuk.” Ses tam tepemden geliyordu. Ve çok ÇOK yakındı. İstemsizce başımı
sesin geldiği yöne doğru –tanrım yukarı!- çevirdim. İşte oradaydı, ayakları
tavanda baş aşağı asılmış tek ayağı üstünde sek sek oynar gibi çok hafif bir
ses çıkartarak tavanda zıplıyordu. Sanki yer çekimi kanunları onun için bir
anlam ifade etmiyormuş gibi uzun düz saçları olması gerektiği gibi duruyordu.
Ben ona doğru dönünce o da beklediği buymuş gibi bana bakmaya başladı.
“-Korkmana gerek yok baba. Burada
güvenliyiz. Beraber oyunlar oynayabiliriz.” Konuşurken hareket etmeye
başlamıştı tekrar. Koşarak tavandan duvara duvardan da yere inmişti. Sanki
yüzümdeki şok ve korku ifadesi onu açıklama yapmaya zorluyormuş gibiydi. Yeşil
parlak gözleri düşünceli biraz da üzgündü.
“- Benim hiç çocuğum olmadı.”
Diyebildim sadece. Sesim sadece bir fısıltıdan ibaretti. Duyup duymadığından
bile emin değildim. Duymamış olacak ki beni incelemeye devam etti.
“- Sen de kaçmaya çalışacaksın
değil mi?” Kafasını soluna yatırmış beni inceliyordu. Gözlerinde hayal
kırıklığı ve hüzün vardı.
“- Ben de mi? Ben DE mi?! Başka
kim var?” Sesim bir fısıltıdan biraz yüksek ama bu sefer duyulabilirdi. Tekrar
kendimi koşmaya hazırlamıştım.
“- Annem tabii ki.” Sanki çok bariz
ve olağan bir gerçeklikten bahsediyor gibiydi. “Senden önce onun yanına
gitmiştim. Ama o benden korktu ve kalıp benimle oynamak yerine kaçtı. Karanlığa
kaçtı.”
Bu kadarı fazlaydı. Zaten yay
gibi gerilmiş olan kaslarım bir anda boşaldı ve kendimi kapıya doğru fırlattım.
Ayakkabı giyecek vaktim yoktu çıplak ayakla buz gibi geceye kendimi atmadan
önce duyduğum son şey: ”Baba ne olursun kaçma” idi. Hayatımda hiç bu kadar
hüzün dolu bir ses duymamıştım.
Komünist dönemden kalma eski
apartmanın merdivenleri üçer beşer atlayarak iniyordum. Bir yandan da
telefondan eski sevgilimin silmiş olduğum numarasını arıyordum. Telefon numarasını
telefonumdan silmiştim ancak zihnimden asla silememiştim. Koşarken numarayı
telefona girdim ve çevirdim. Çalıyordu. Ve sonunda açıldı.
“- Vicky merhaba böyle bir saatte
aradığım için özür dilerim. Çok çok gar…
- Alo?” Gelen bir erkek sesiydi. Tanıdık bir erkek sesiydi. Telefonu açan eski sevgilimin kardeşiydi.
“- Mikael sen misin? Nefes
nefeseydim. Koşuyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu ama bunun
nedeni yorgunluk mu yoksa telefonu kardeşinin açmış olması mıydı emin değilim.
- Evet benim. Sizi tanıyor muyum?
Telefonunuz kardeşimde kayıtlı değil.” Sesindeki olağandışı hüzün ve durgunluk
vücuduma ani bir korku yaydı.
“- Tanıdığını düşünmüyorum.
Vicky’nin iş arkadaşlarından biriyim, onunla konuşmam mümkün mü acaba?
- Oh anlıyorum. Korkarım onunla
konuşmanız mümkün değil. Maalesef ablamı dün kaybettik. Polisin dediğine göre
kendini öldürmüş.”
Vücudumda hareket eden her şey
bir anda buz kesti. Telefonu kapattım. Kıpırdayamıyordum. Evin dışına kendimi
atmıştım çıplak ayaklarım ilerlemeyi reddediyordu.
Şıp… Şıp… Şıp… Şıp… Karanlık boş
sokakta bu ses yankılanıyordu. Korkutucu derecede tanıdık o şıpırtı. Sesin
nereden geldiğini kestiremiyordum. Ama bu sesin iyiye bir işaret olamayacağını
çok iyi biliyordum. Alelacele telefonda doktorumu aramaya başladım. Çalmaya
başlamıştı.
“- Baba?” Ses bu sefer şefkatli
ya da hüzünlü değil. Alaycı bir sadizmin izlerini taşıyordu.
“- Alo? Alo?! Börje hiç komik değilsin.” Telefonumda doktorumun sesini duyuyordum ama
az önce karanlıktan gelen ses vücudumdaki son gücü de bitirmişti. Telefon
parmaklarımdan kayıp yere düştü. Şıp… Şıp… Şıp… Şıp… Ses giderek yaklaşmış
artık sadece birkaç adım önümden geliyordu.
“- Nereye gidiyorsun baba?
- Hiçbir yere gitmiyorum. Göster
kendini!”
Küçük bir siluet ağır ağır
yürüyerek görüş alanıma girdi. Şıpırtı giderek artıyordu. Yüzünü seçebilecek
kadar yaklaştığında yeşil gözlerini bembeyaz bir cildin takip ettiğini, kumral
saçların kan ve balçıkla keçeleşmiş siyaha çalan hastalıklı bir renge bürünmüş
olduğu fark ettim. Ağzından çıkan zift gibi siyah şey çenesine ve minik
bedenine doğru akmıştı. Boğazındaki kesik yarası belli belirsiz gözüküyordu.
Çırılçıplaktı, geldi ve karşımda durdu. Gözleri benim korku dolu gözlerime
bütünleştiğinde uzun sivri diliyle çıkarttığı şıp sesini kesti.
“- Aslında senin çok bir suçun
yok” Kafasını düşünceli bir şekilde sola yatırdı ve sivri diliyle dışarı taşan
siyah sıvıları yalamaya başladı. Sanki aklında bir şeyleri tartıyor gibiydi.
“- Annemin hamile olduğunu
biliyor muydun?
- Vicky hamile miydi?!” Sesimdeki
şok o rahatsız edici dil hareketini bir anlık durdurmaya yetmişti.
“- Neler oluyor?!
- Annem beni ben daha yokken
öldürdü baba. Beni o ağaca astı ve gitti. Benim oradan kurtulamayacağımı
düşündü herhalde. Ama kurtuldum işte bak.” Manyak gibi gülmeye başladı. Minik
kollarını açtı katıla katıla gülüyordu. Her tarafa o korkunç siyah sıvıyı
saçıyor. Karnını tutup iki büklüm yere kapanarak gülmeye devam ediyordu.
Dakikalarca bu sadistçe gülme krizinin geçmesini bekledim. Yerde tepiniyor
siyah asfaltı yumrukluyor ve bir canlıya ait olamayacak mezar ötesinden
iliklerime kadar beni titreten sesler çıkartıyordu. Onun bu kriz anını
dehşetengiz bir transla izlerken bunun oradan kaçabilmek için bir fırsat
olduğunu düşünerek ses çıkartmadan birkaç adım gerilemeye başlamıştım ki bıçak
gibi ani bir şekilde tüm o sapıkça kahkahalar son buldu.
“- Yoo. Yo yo yo yo yo. Nereye
gidiyorsun? Yoksa elinde olsa sen de mi benden kurtulurdun? Beni o ağaca asıp
her gün tekrar tekrar hasat edilmeye mi terk ederdin? Hahahah yo yo yo şşşş şş
şş. Korkma gitme yo yo yo. Daha konuşacaklarımız var.” Sesi o kadar histerik ve
eğleniyor geliyordu ki ne yapacağımı bilemez şekilde yere dizlerimin üstüne
çöktüm.
“- Ne istiyorsun benden?
- Beni sevmeni. Benimle oynamanı
baba” Sesi o kadar yumuşak ve çaresiz gelmişti ki, sanki yukardaki uğursuz
yaratıkla yer değiştirmiş gibiydi. Simsiyah asfalta dikilmiş gözlerimi kaldırıp
saçları düzgün taranmış güzel güzel giydirilmiş o çocuğu beklerken tam yarım
karış önümde o simsiyah köpüren sivri dilli, sivri dişli gözlerin benzersiz bir
kötülükle parlayan beyaz yüzü gördüm. Normalde bu görüntünün bu kadar yakın
olması yerden sıçrayıp arkamı dönüp deliler gibi koşmama neden olurdu ama ne
vücudumda ne ruhumda bunu yapacak bir güç kalmamıştı. Kaderimi hayatımı bu
çılgınlığa teslim etmiştim.
“- Hahaha hihihi hohoho
hihohahahu. Şş şşş şşşş şşş işte böyle. Korkulacak bir şey yok. Ben senin
kanındanım. Ben senin canınım. Şş şş
şşşş şşş. Yo yooo yoo yooo ağlamana gerek yok. Şşş şş.” O pis elleriyle kafamı
kavradı. 3 yaşında bir çocuğa göre olmaması gerektiği kadar çok güçlü bir
şekilde kafamı sıktı ve o siyah sivri diliyle yalamaya başladı yüzümü. Bir
yandan da histerik şekilde kıkırdıyor gülüyordu. Bir anda tırnaklarını
şakaklarıma geçirip gözlerini gözlerime kenetledi.
“- Şimdi beni güzelce dinle baba. Annem olacak o orospuyu beni
öldürdüğü için öldürdüm. Şimdiye kadar yaptığım en eğlenceli şey buydu.” Ses
beynimin içinde zonkluyor kulaklarımla değil bütün benliğimle duyuyordum. Ben
onu dinlerken o uğursuz ağzı kıpırdamıyor sadece uzun sivri dili yüzümü
okşuyordu.
“- Seni de öldürmek için neler
vermezdim. Çünkü besbelli benden nefret ediyorsun ama zaten buraya gelmek için
evime fazlasıyla zarar verdim.” Zihnime o kırmızı kuru ağacın görüntüsü sanki
bu yaratığının ince sert parmaklarından akıyor ve bütün görüşümü dolduruyordu.
“Hayatta kalabilmem için bu ağacın hasat edilmesi gerekiyor seni pis sefil. Ve
bil bakalım bunu kim yapacak?!” Zihnime az önce gördüğüm kabusun resimlerini olanca
canlılığıyla dolduruyordu.
“Ayaklarım sanki tonlarca ağırlaşmış gibi beni olduğum yere mıhlıyordu.
Bir anda karşımdaki yaratık bir anda ağaca doğru döndü. Ben de onun baktığı
yöne baktım. Beyaz gömlekli siluetin boş ilmiğe ulaşmış olduğunu fark ettim.
Maskeli yüzü bu tarafa dönük kan gölü içinde yürümeye başlamıştı. Sonunda
kendimi birkaç adım daha geri geri ilerlemeye zorlayabildim “Baba kaç!” dedi
yaratık. Dönüp ona baktığımda rüyadaki gibi canlıydı. Yara izleri ve garip
siyah sıvı gitmişti. Yemyeşil gözleri endişeyle parlıyordu. “Koş baba, koş!”
Bir içgüdüyle ona doğru 2 adım atmıştım. Minik kollarını bana doğru açtı “GEL
BURAYA” diye kükredi. Her yere simsiyah garip sıvıdan saçarak. Arkamı döndüm ve
maskeli siluetle burun buruna geldim…” Soluk yeşil cam gibi bakan gözler
bana bakıyordu. Kendi gözlerim bana ruhsuz ifadesiz ve anlamsızca bakıyordu.
Elini uzattı elimi tuttu bisturiyle elimi kesti ve kendi elini yaraya bastırdı.
Vücudumdaki bütün sıcaklık benliğim bilincim avuçlarımdan akıp gidiyordu. Engelleyemiyordum.
Giderek düştüm karanlığa. Dönerek, bilinçsizliğe.
VI
Bembeyaz bir odadayım. Sonsuz
gibi ama sonlu. Bir yerlere ne kadar çok bakarsam o kadar büyüyor ama
bittiğinin farkındayım. Kalkıp yürürsem duvara çarpacağım o yüzden gerek yok.
Gücümü işime saklamalıyım zaten. Hasat edilecek koca bir ağaç var. Aklıma o
ağacın görüntüleri doldukça içimi bir şefkat kaplıyor. Kaç yıldır onunla
konuşuyorum, ilgileniyor, buduyorum. İlk gördüğüm zamankinden çok farklı çok
daha canlı. Çok daha kırmızı. Yeni meyveler veriyor, yeni hasat edilecek minik
bedenler. Ağacı besleyecek, bizi besleyecek, oğlumu besleyecek bedenler. Ve en
keyif aldığım ansa ağaçtaki en oldun meyveyi hasat ettiğim anlar. Orda olmaması
gereken ama oğlumun evimize hediyesi: annesi. Onun o güzel kafasını arkaya
çekerken her gece gözlerindeki dehşeti görmek içimi gıdıklıyor. Bisturinin
tenine değdiği andaki irkilmesi beni tahrik ediyor. Bisturiyi o güzel pürüzsüz
boğazına daldırmadan önceki yalvarmaları sanki ateşli bir ön sevişme gibi
zevkin doruklarına hazırlıyor. Son hamleyle boğazını kestiğimde diğer meyvelere
oranla çok daha fazla akan kan ve kanın verdiği son nefesle fokurdaması bana en
güzel orgazmdan daha büyük bir zevk veriyor. Her gece. Kendini evliliğe
saklamış yeni evli azgın bir çiftin her gece seviştiği gibi biz de her gece
bunu tekrarlıyoruz. O titreyerek ölümsüzlüğündeki bir sonraki ölümü tadarken
ben zevk ve huşu içinde titriyorum. Ve uyanana kadar oğlumla oynuyoruz. Yeni
meyveler arıyor onları gözlüyoruz.
O salak doktor beni o sokağın
üstünde çıplak ayaklarımla kıpkırmızı kanla
–komşumun ve ses çıkartıp duran salak çocuğunun kanıyla- çizilmiş ağacın
dibinde uyurken bulduğundan beri beni kontrol altında tuttuğunu sanıyor. Oysa
onlar sadece ilk meyvelerimdi.
Artık hasat vakti.
2 Mart 2016 Çarşamba
Kaçma - Bölüm III-IV
III
Gözlerimi açtım. İşte bu çok
tuhaftı. Bu sefer ne bir ses ne de bir rüya hatırlıyorum. Nabzım ve nefes alış
verişim normaldi. Sadece öylesine uyanmıştım karanlığın içine. Kafamı tembel
tembel döndürüp saate baktım. Saat yine 4ü biraz geçiyordu. Hayal kırıklığı ile
gözlerimi kapatıp tekrar bakışlarımı tavana diktim. Üç gece üst üste birbirine
çok yakın saatlerde uyandırılmıştım. Hoş bu sefer hangi gizemin beni
uyandırdığını henüz çözememiş olsam da yıllardır deliksiz uyuyan ben için bu
durum gerçekten çok tuhaf ve sinir bozucuydu. Hazır uyanmışken tuvalete gideyim
bari diye düşündüm ve kalktım ayağa.
Koridora adımımı attığımda yine
bütün vücudumda 2 gece önceninkine benzer bir ürperti hissettim. Hava çok
soğuktu ve yatağın sıcak kavrayışından dışarı çıkmak üşümeme neden olmuştu
belli ki. Banyoya girdim, yalnız yaşadığım için kapıyı kapatmak gibi bir refleksim
yoktu. Sırtım kapıya dönük işimi gördükten sonra sifona bastım. Sifona basmamla
beraber evin içinde garip bir hareketlenme oldu. Sifonun sesi duyulur duyulmaz
antreden yine bir patırtı duydum ve yine hızlı ve hafif ayak sesleri. Bu
beklenmedik sesler üzerine irkilip olduğum yerde sıçradım ve ağır ağır arkamı
dönerken sanki açık kapıdan gözümün ucunda bir hareket yakaladığımı sandım. Bir
yay gibi gerilmiştim ve o hareket son nokta olmuştu. “Kim var orda” diye titrek
bir şekilde geceye seslendim. Sesim olmasını istediğimden çok daha cılız ve korku
dolu çıkmıştı. Cevap yoktu. Yavaşça tıraş makinasına uzandım. Daha önceki
girişimlerinden birinde usturayla bileklerimi kesmeye çalıştığım için evime
ustura almam yasaktı. En kötü tıraş makinasını kafasına atıp şaşırtırım gibi
amatörce bir taktikle yavaş yavaş ışıktan karanlığa, banyodan koridora doğru
yürümeye başladım. Çıkışa 2 adım kala tekrar, bu sefer daha güçlü bir sesle
“kim var orda?” diye tekrarladım. Yine ses yoktu.
Evdeki bütün ışıkları açtım.
Birinin girip çıkabileceği bütün pencereleri, kapıları hatta delikleri bile tek
tek elimde tıraş makinasıyla inceledim. Sadece dün sinirle duvara iliştirdiğim
duvar süsünün tekrar yere düşmüş olduğunu gördüm. Sadece bir tesadüf eseri
böyle bir gürültü kopmuştu belli ki evde. Bu da yine yukarıda komşumun çocuğunu
uyandırmaya yetmişti. Yine de gözüme takılan hareket sürekli ürpermeme neden
oluyordu. O hareketi o anın gerginliğiyle hayal mi ettim? Yoksa evimden bir
kemirgen ailesiyle beraber mi yaşıyorum? Her iki düşünce de beni birbirinden
daha çok rahatsız ediyor. Eğer hayal ettiysem son dönemdeki anlamsız stresimle
ilgili doktorumla görüşmem gerekiyor. Ve işi şansa bırakmamak için yarın işten
dönerken birkaç fare kapanı almaya karar verdim.
Az önce yaşadıklarımın gerginliği
üstümden atmak bana uykumun geri kalanına ve yarım pakete yakın sigaraya mal
oldu. Sabah kendime kahve demledim ve demlenmesini beklerken tıraş olsam iyi
olur gibi geldi. Akşam doktoruma uğramayı planlıyordum ve kendime bakmamın
içinde bulunduğum ruh halinden kurtulmam için ilk adımlardan biri olduğunu
düşünüyordu. Ben de sırf bu konuyu tekrar tekrar anlatmasın diye onla
buluşmadan önce tıraş olup öyle gidiyordum. Ayriyeten arkadaşım diyebileceğim
tek insanın karısı olsa bile son 3 küsür yıldır konuştuğum tek kadın oydu ve
bir kadınla buluşmaya giderken en ilkel içgüdülerim beni biraz daha düzgün
gözükmeye zorluyordu. Tıraş olmak için tıraş makinasına ihtiyacım vardı ama
tıraş makinası görünürde yoktu. Gece bütün evi didik didik ederken tıraş
makinasını yanımda taşıdığımı hatırlıyorum ama en son bıraktığım yeri bir türlü
hatırlayamıyor bu nedenle de lanet makinayı hiçbir yerde bulamıyordum. Sonuç
olarak kaderime razı bir şekilde tıraş olmadan evden çıktım. 1 saatlik seansın
15 dakikası neden bu kadar perişan gözükmemem gerektiği üzerine uzun bir
nutukla geçecekti.
IV
O gittiğinden beri -ve ben arka
arkaya kendimi öldüremediğimden beri- her yere yürüyerek gitmeye başlamıştım.
Zaten çok da büyük olmayan bir şehrin çok merkezinde bir yerde oturuyordum. İşe
ya da markete ya da bara ya da kendimi atıp öldürememek için asma köprüye
yürüyerek gidebiliyordum. Bu yüzden yıllar geçtikçe artık yürüyüş yapmaktan
keyif almaya başladım sanırım. İlk başlarda vücudumdaki nefreti ve öfkeyi kusup
şehrin gürültüsüne boğmak iyi geliyordu. Ama yürümeyi sevmeye başladığımı fark
ettiğimden beri –bunu doktoruma söylediğimde çok mutlu olmuş hatta sarılıp
kocaman bir öpücük kondurmuştu yanağıma- müzik dinleyerek yürümeye başlamıştım.
Çok şiddetli ve sert şarkılar dinliyordum, dönem dönem de çok yavaş ve acıklı
şarkılar dinliyordum. Bunun sonucu genellikle başarısız bir girişim oluyordu
evet. Ama doktorum müzik dinlemeye başladığımı duyduğunda yine çok mutlu
olmuştu. Bu sefer sarılıp öpmemişti ve küçük bir hayal kırıklığı hissetmiş
olsam da çok da umursamamıştım.
Yine yürüyordum, şehrin
sokaklarında ama başımı kaldırıp baktığımda çok tanıdık yerlerde olduğumu söyleyemeyeceğim.
Şehrin bu kadar eski sokakları olduğunu
bilmiyordum bile. Şehrin bu kadar eski olduğunu bile bilmiyordum. Bildiğim
kadarıyla ikinci dünya savaşında çoğunluğu yıkılmış ve yeniden yapılmıştı. Ve
bu da şehrin en fazla 70 yaşlarında olduğu anlamına geliyordu. Ama bu evler
sanki asırlar öncesine ait gibi duruyordu. Köşelerinde korkunç gargoyllar,
inanılmaz incelikte taş işlemeleri ve bir dönemler çok şık ve gösterişli
oldukları belli olan pencereleri vardı. Pencerelerin çoğu kırılmıştı ve
bazıları tahtalar ile kapatılmıştı. Bir zamanlar beyaz olduğunu tahmin ettiğim
duvarların üstü yosun gibi hastalıklı yeşil siyah bir balçıkla kaplanmıştı.
Sanki binalar bir zamanlar canlıymış ama ölmüşler ve hatta çürümeye başlamışlar
gibi eğilip bükülmüşlerdi. Garip bu kadar çürümüşlüğün ortasında hiç koku
almıyordum.
Bu yaptığım yürüyüş beni gittikçe
tedirgin etmeye başlamıştı. Bu kadar terkedilmiş bir yerde kendimi rahat
hissetmiyordum. Bırakın kaldırımlarda ya da yolda bir insanı uçan bir kuş ya da
salınan bir kedi bile yoktu ortalıkta. Adımlarımı yavaşlattım ve içimdeki
korkunun biraz daha baskın gelmesine izin verdim. Rüzgar esmiyordu ama kırık
camların arkasındaki tüller hareket ediyor gibiydi. Kulağımdaki kulaklıklarımı
çıkarttığımda buranın ne kadar sessiz olduğunu fark ettim. Kafamı kaldırdım,
hava kararmaya başlamıştı. Bütün gün yürümüş olamazdım. Burasıyla ilgili içimde
gittikçe büyüyen bir tedirginlik hissetmeye başlamıştım. Sanki görme duyularım
dışında hiçbir duyum işe yaramıyordu. Sokağın ortasındaydım hiç bir şey
duymuyor, hiçbir koku almıyor ve hiçbir şey hissetmiyordum. Terlememiştim, hava
ne sıcak ne soğuktu. Sıcaklık rahatsız edici şekilde mükemmeldi. Işık da ne
gözlerimi yoracak kadar azdı ne de gözlerimi kısmamı gerektirecek kadar parlak.
Kıpırdayan tüller dışında hiçbir hareket fark edemiyordum. Mükemmellik çok
boğucuydu. Ben de en azından tüllerin hışırtısını duyabilmek için bu zaman
durmuş gibi gözüken sokakta sabit durup dikkat kesildim.
Şıp, şıp, şıp, şıp… Ne kadar uzak
olduğunu anlayamadığım bir yerden bu damla seslerini duymaya başladım. Mutlak
sessizliğe rağmen çok hafif bir sesti ama nereden geldiğini tahmin
edebiliyordum. Birkaç yüz adım ileride, sokağın sonu gözüküyordu, ses sanki
oradan geliyordu. Bütün duyularım bütün içgüdülerim geri dönüp koşmamı bana
haykırıyordu. Bu uğursuz yerden gitmemi bağırıyordu bilincim bana sürekli. Ve
ben de bu dürtülere karşı gelinmemesi gerektiğini bilecek kadar film izlemiş ve
kitap okumuştum. Anlatıcının başına ne gelirse olağan dışı bir yerde uyanan
insanlık dışı meraktan gelirdi. O yüzden arkamı dönüp yere bakarak koşmaya
başladım. Sağa sola bakmamak için gözlerimi birbiri ardına öne fırlattığım
ayaklarıma sabitledim. Ne perdelere ne o uğursuz evlere ne de bu sokaktaki
başka bir şeye bakamamaya çok kararlıydım. Ama keşke baksaydım.
Koşarken hiç ama hiç
yorulmadığımı fark etmem biraz süre almış olacak ki ayaklarımın altındaki
asfalt zemin kendini yemyeşil çimlere bırakmıştı. Bu çimler ne kadar da tanıdık
geldi. Rengi, parlaklığı ve yumuşaklığı. Sanki daha önce burada koşuşturmuş
gibiydim. Yıllardır günde 2 paketten fazla sigara içiyordum, ve doktorum buna
karışmasa bile kocasıyla beraber bu duruma üzülüyorlardı. Birkaç kez konusu
açılmış beni doğa yürüyüşüne davet etmişlerdi. Sanırım adam da benden daha iyi
durumda değildi, ya da doktorumun bir stratejisiydi bu, çünkü kimsenin
tavsiyesiyle değil ilk intihar girişimim sonucunda ikisiyle tanışmıştım. Haklarında
hiçbir şey öğrenmeye niyetli değildim ve anlattıklarının çoğunu da
umursamamışım ki hala haklarında çok bir şey bilmiyorum. O yürüyüşlerin birinde
daha 1 saat olmadan nasıl nefes nefese kalıp ciğerlerimin yandığını
hatırlıyorum. Oysa şimdi dakikalardır belki saatlerdir koşabildiğim kadar hızlı
koştum ve hatta şehri bile terk etmişim gibi duruyor ve hiçbir yorgunluk
belirtisi yoktu. Bu hem kafamı karıştırdı hem de hoşuma gitmişti. Şimdi etrafı
izleyerek koşuyordum. Hava ne kadar da güzeldi. Tam olması gerektiği gibi. Ne
terliyordum ne de üşüyordum. Etrafı izlemeye öylesine dalmıştım ki ayaklarımın
sivri köşeli simsiyah bir kayaya takıldığını ancak takıldığım anda fark ettim.
Düşüşüm ise beklediğimden çok daha uzun sürdü. Sonuçta boyum 1.80den sadece
biraz uzundu.
Düştüğüm yer kanımı dondurdu. Koca
bir ağaç hiçliğin ortasında belirmişti adeta. Kurumuş dallarında sanki
meyveleriymiş gibi sallanan farklı uzunluklarda ilmikler ve ayaklarından asılı
onlarca küçük suret rüzgarla hafif hafif sallanıyordu. İlmiklerden bir
tanesinin ucu boştu geri kalanında ise minicik ufacık bedenler sallanıyordu.
Hepsi çırılçıplak gevşek bebek bedenleri. Bu hastalıklı görüntü karşısında
midem ağzıma geldi ve dizlerimin üstüne çöktüm. Dehşet içinde ağzım açılmış ama
bir fısıltı bile çıkartamıyordum. Bu nasıl bir cehennemdi?! Şıp, şıp, şıp, şıp…
Sesin kaynağına gelmiştim bir şekilde. Nasıl o kadar koşmuştum? Ağacın devasa
gövdesinin etrafında beyaz önlüklü bir siluet sanki asmalardan üzüm hasat eder
gibi dolaşıp baş aşağı sallanan bebeklere bir şeyler yapıyordu. Elleriyle
bebeklere doğru uzanıp… Aman tanrım onların boğazlarını kesiyordu bir bisturi
ile! Adama daha detaylı baktığımda yüzünün bir ameliyat maskesi ile kapalı
olduğunu gördüm. Ayaklarında lastik çizmeler bileğine kadar kanın, tanrım bebek
kanının içinde yürüyordu. Önlüğünün etekleri masum çocukların kanlarıyla koyu
kırmızı olmuştu. Her adımında etrafa sıçrayan kan önlüğünde daha üst yerlerde
damla damla gözüküyordu. Ellerinde lateks ameliyat eldiveni kıpkırmızı olmuş
kan bileklerinden aşağı doğru akıyordu ve önlüğünün kolları da kırmızıya
çalıyordu. Teker teker bütün bebeklerin kafalarını sırtına doğru yaslayıp hiç
titremeden tek ve hızlı bir hamleyle boğazlarını kesiyordu. Yere hızla kan
boşalıyor ardından kesikten yerdeki gölete yavaş yavaş damlamaya devam
ediyordu. Gözlerimi kapatmak istiyor ama yapamıyordum. Belki gözlerim kapalıydı
ama hala görebiliyordum! Adam yavaş yavaş boş olan ilmiğe doğru ilerliyordu.
Daha dikkatli bakınca ağacın
gövdesinin kahverengi değil, kırmızıya yakın bir bordo olduğunu fark edince zor
bastırdığım kusma isteğimi daha fazla kontrol edemedim. “Evimi beğenmedin mi
baba?” Ses küçük bir çocuğa aitti ve çok eğleniyor gibi geliyordu. Kanım dondu.
Buz gibi minik bir el ensemde geziniyordu. Dokunduğu yerden bütün vücuduma ölüm
kadar soğuk bir korku yayılıyordu. İstemsizce titremeye başladım. “Neyin var?
Hasta mısın? Niye titriyorsun baba?” diye merakla sordu. Ses aynıydı ama bu
sefer daha önce duymuş olduğum bir endişe ve şefkatle doluydu. Kafamı ona doğru
çevirdim, gözleri yemyeşil ve canlıydı, aklıma bir dolu görüntü doldu, yeşil
çimler, gülücükler. Kumral düz saçları muntazam bir şekilde yana doğru
taranmıştı. Çırılçıplaktı. Konuşurken dişlerinin simsiyah olduğunu fark ettim.
Bir adım geri sıçrayıp daha uzaktan bakınca sadece gözlerinin canlı gibi
durduğunu gördüm. O yeşilliklerdeki görüntülerle çok rahatsız edici bir
yakınlığı ve aynı oranda uzaklığı vardı. Boğazındaki dikiş izlerine gözüm
takıldı. Ardından sol ayak bileğindeki halat izi. Bembeyaz vücudundaki tek renk
hastalıklı bir mor yeşil karışımıydı ve sadece boğazında ve bileğindeydi.
Ağzını konuşmak için açtığında siyah olanın dişleri değil ağzındaki zifti
andıran bir sıvı olduğunu fark edip ayağa sıçrayıp iki üç adım daha uzaklaştım.
Yüzünde şeytani bir gülümseme belirdi “neden
bu kadar korkuyorsun baba?” dedi sesi yine alaycı ve eğleniyor gibiydi.
Ağzındaki siyah sıvı konuşurken çenesinden aşağı akmaya başlamıştı ve uzun
sivri dilini çıkartıp onları yaladı. “Sorun bunlar mı yoksa?” Şok içinde
kıpırdayamıyordum. O yaratıktan ölesiye koruyordum ama kaçamıyordum. Ayaklarım
sanki tonlarca ağırlaşmış gibi beni olduğum yere mıhlıyordu. Bir anda
karşımdaki yaratık bir anda ağaca doğru döndü. Ben de onun baktığı yöne baktım.
Beyaz gömlekli siluetin boş ilmiğe ulaşmış olduğunu fark ettim. Maskeli yüzü bu
tarafa dönük kan gölü içinde yürümeye başlamıştı. Sonunda kendimi birkaç adım
daha geri geri ilerlemeye zorlayabildim “Baba kaç!” dedi yaratık. Dönüp ona
baktığımda rüyadaki gibi canlıydı. Yara izleri ve garip siyah sıvı gitmişti.
Yemyeşil gözleri endişeyle parlıyordu. “Koş baba, koş!” Bir içgüdüyle ona doğru
2 adım atmıştım. Minik kollarını bana doğru açtı “GEL BURAYA” diye kükredi. Her
yere simsiyah garip sıvıdan saçarak. Arkamı döndüm ve maskeli siluetle burun
buruna geldim…
Yine kan ter içinde çıplak bir
şekilde uyanmıştım. Ne kadar gerçekti bu gördüklerim böyle. En ince ayrıntısına
kadar hatırlıyorum. Hemen başucumdaki lambaya uzandım. Nefes nefeseydim. Bütün
görüntüler üstümden şelale gibi akıyor beni korku ıstırap ve paniğe boğuyordu.
Ne görmüştüm?! Tanrım bu nasıl çarpık bir zihnin ürünüydü. Nasıl hastalıklı bir
bilinçaltına sahiptim ben?! Titreye titreye elimi sigarama götürdüm ve beşinci
denememde yakabildim ancak. Yataktan
kalktım. Evde bulabildiğim bütün ışıkları yaktım. Korku içinde titreyerek
salona doğru yürümeye başladım. Antrenin girişinde ayağımı sert bir şeye
çarptım. Eğilip baktığımda dün sabaha karşı yere düşmüş süsün orada olduğunu
gördüm. Ve yanında bütün sabah arayıp bulamadığım tıraş makinem duruyordu. Bunu
dün gözden kaçırmış olmam çok ilginçti. Evin her yerine bakmıştım. Bir tek yere
mi bakmamışım yani? Bu uykusuzluk ve garip kabuslar zaten sallantıda olan
benliğimi iyice uçurum kıyısına yaklaştırmış, deliliğin acı tatlı esintisini
ensemde hissetmeme neden oluyordu. Eğilip yerden tıraş makinemi ve süsü aldım.
Duvar süsünü tekrar duvara yapıştırdım. Duvar süsü, eskitilmiş kalın bir
tahtanın üzerinde hiçliğin ortasına resmedilmiş kuru kırmızı bir ağaçtı.
1 Mart 2016 Salı
Kaçma - Bölüm I-II
I
Yemyeşil çimler üzerinde koşarken
düz sarı kumral saçları her adımında zıplıyordu. Onun kıkırtısı kendi sesimden çok daha hayat
dolu, saf bir eğlence içeriyordu. “Baba hadi yakala beni! Çok yavaşsın”. Ben
şakadan onu kovalarken olanca gücüyle benden kaçıyordu. Kahkahalar atarak
minicik bacaklarını olabildiğince hızlı kıpırdatarak kendini benden uzağa
atmaya çalışıyordu. Belki daha koşmaya yeni başlamış yaşlarda olduğundan belki
izlediği çizgi filmlerde gördüğü karakterlerden etkilendiği için istemli ya da farkında
olmadan zikzaklar çizerek kaçıyordu. Aslında biraz dengesiz bir görüntü ama
yumuşak çimler üzerindeyiz ne olabilir ki? En kötü düşüp biraz ağlar. Belki
ağlamaz bile. Konuşmayı sökmeye başladığından beri sadece çığlık atıyor zaten.
Mutluyken, mutsuzken, sinirliyken, eğlenirken, heyecanlandığında ya da hayal
kırıklığına uğradığında ne olursa olsun birincil iletişim dürtüsü çığlık atmak.
Şu anda da olduğu gibi sadece çığlık atıyor koşarken de. Kahkahayla karışık
olduğu için eğlendiğini anlayabiliyorum tabii ki. “Ben yavaş değilim sen çok
hızlısın! Yoksa bugün bütün yemeklerini bitirdiğin için mi bu kadar güçlendin
ve benden çok daha hızlı koşabiliyorsun?” yapmacık ama bir o kadar da eğitici
cümlelerimle onu daha da eğlendiriyorum.
Oğlumun sırtı bana dönük ileri
doğru benden kaçarken sık sık dönüp bana bakıyordu. Bir an sonra kendi
ayaklarına takılmış düşüyordu. Oraya neden ve nasıl geldiğini anlamadığım
yemyeşil çimlerin ortasında büyük çıkıntılı bir kayaya doğru bütün hızıyla
düşmeye başladı ve minicik bedeni kayayla adeta bir bütün oldu. Kayanın sivri
ve en büyük çıkıntısı tam oğlumun incecik boynuna gelmişti. Ortalık kızıl bir
kıyamet yerine dönmüştü. Bu kadar kan nasıl bir anda bu minicik bedenden
çıkabilir? O küçücük kalbinin her çarpışında havaya adeta fışkıran kandan
kayganlaşan çimin üzerinde kayarak oğlumun üstünde yattığı kayaya çarptım. Bu
darbeyle bir hentbol topundan biraz büyük bir nesne üstünde durduğu kayadan
kırmızı çimlere doğru yuvarlandı. Bu görüntü karşısında bayılacak gibi oldum.
Kanın bir petrol kuyusu gibi fışkırmasının nedeni artık oğlumun bedeninin
kafasını taşımamasıydı. Havadaki ölüm sessizliğini yırtıp paramparça eden
haykırışımdan önce duyduğum son şey ayaklarımın dibinden gelen yumuşacık saf ve
şefkat dolu bir sesti: “Senin suçun değil baba”. Yemyeşil gözleri acıma ve
şefkat dolu bir kederle gözlerime dikilmişti.
Nefes nefese ve buz gibi geceye
uyandım. Kan ter içindeydim. Üstüme giydiğim t-shirt’ü sıyırmış atmış yatakta
doğrulmuş ağzım sonuna kadar açıktı. Kalbim sanki göğsümü yırtıp dışarı çıkmak
istiyormuş gibi çarpıyor nefes alış verişimi bile etkiliyordu. Bu ne sapkın bir
kabustu böyle?! El yordamıyla komodinin üstünde duran okuma lambasını yaktım.
Nabzım, tansiyonum, nefes alış verişim biraz daha düzene girmişti. Başucumdaki
çalar saate baktım saat sabaha karşı 4’ü biraz geçiyordu. Üstümdeki kalın
yorganı kenara itip kendimi yataktan aşağı attım. Elimi yüzümü yıkamak
istiyordum. Daha uyanıp işe gitmek için 2 saatten fazla vaktim var. Nefret
ediyorum gece uykumun bölünmesinden. Çocukluğumdan beri uykuya dalmakta çok
zorlandım. Hele son üç yıldır uykuya dalmak gittikçe katlanılmaz bir hal aldı.
Banyonun ışığını yaktım hala az
önce gördüklerim yüzünden mi yoksa havanın çılgıncasına soğuk olmasından mı
ürperiyordum bilmiyorum. Aynada kendime baktım zamanla matlaşmış yeşil gözlerim
kan çanağı gibi çökük göz yuvalarımdan bana geri baktı. Sakallarım iyice uzamış
ve yer yer beyazlamaya başlamıştı. Geride bıraktığım yıllarda onlarca kilo
vermiştim. İlk başlarda sağlıklı gibi gözükse de şimdi gittikçe AIDS’li biri
gibi gözükmeye başlamıştım. Soluk yüzümü özensizce budanmış yabani çalılara
benzeyen karman çorman düz saçlarım tamamlıyordu. Alnım geriye doğru her geçen
gün açılıyordu ve şakaklarımdaki beyazlar gittikçe enseme doğru ilerlemeye
başlamıştı. Musluktan akan buz gibi suyu avucumda toplayıp yüzüme vurdum.
Gözlerimi açıp aynaya baktığımda bir an kalbim atmayı kesti ve tekrardan bütün
vücuduma bir ürperti yayıldı. Bir anlık, sadece bir kalp atışı kadar kısa bir
süre, ki bu da az önce kalbimin şok içinde es geçtiği atıştı, o soluk kan
çanağı gözler yerine az önce rüyamda gördüğüm gözler bana bakıyor sandım.
İrkilip kendime gelmek için gözlerimi kırpıştırdım ve sadece kendi dalgın
gözlerimin biraz korku ve şok ifadesiyle bana baktığını gördüm.
Çok uykum vardı ve az önceki
kabusun görüntüleri henüz belleğimde çok canlıydı. O yüzden böyle bir yanılsama
çok olası geldi bana. Zaten gençliğimde izlediğim garip korku filmleri yüzünden
aynalardan hep çekinen biri oldum. O yüzden evdeki tek ayna şu an karşımda
bunları düşünürken baktığım banyo aynası. Ona da zaten bu gibi olası gerilim
anlarından ölesiye korktuğum için sadece tıraş olurken uzun uzun bakıyorum onun
dışında hep kaçamak bakışlar atıyorum. Bu küçük gereksiz panik anının ardından
tekrar sürüne sürüne bir zamanlar sevdiğim kadınla paylaştığım, onunla beğenip
bir aşk mabedi olarak aldığımız tabuttan farksız gereksiz büyük yatağa yattım.
Gözlerim camın dışındaki ağacın dallarının tavanda oluşturduğu dans eden
gölgelere dikilmiş uykunun geri gelmesini bekledim. Tabii ki gelmedi.
Sabah dün gece yüzünden uykusuz,
bu nedenle de son derece huysuz kalktım yataktan ve başucumdaki paketten bir
sigara alıp keyifsizce yaktım. Mutfakta elime ne geldiyse yedim. Yemekten sonra
bir tane daha yaktım. Onu da söndürdükten sonra üstüme giysi yığınının en
üstünde ne varsa onu giydim, paltomu ve sırt çantamı alıp para kazanıp hayatta
kalmak için mecbur olduğum işe doğru yürümeye başladım. O beni terk edip
gittiğinden beri bir sürü para biriktirmiştim. Ama gerek doktorum gerekse tek
arkadaşım diyebileceğim kocası araba almamamın hem benim hem çevremdekilerin
sağlığı için daha iyi olacağını düşünüyorlardı. Geride bıraktığımız yıllarda
birkaç beceriksiz intihar girişimim olmuştu. Bunların sonucunda ölmek şöyle
dursun bayılamamıştım bile. Sonuç olarak sadece rezil olmuştum ama bu
girişimlerim beni daha ciddi şekilde kontrol altında tutmalarına yetmişti.
Bu teşebbüsler arasında beni en
çok utandıran 2 ay önceki son denememdi. Belki de en yakın o olduğu için onu daha
sık hatırlayıp daha sık utanıyorum kendi kendime. Çocukluğumda hayran olduğum
sanatçılar gibi bir ölüm istediğim için doktorumun bana verdiği uyku ilaçlarını
evimde hiç eksik olmayan bol miktarda alkolle beraber içip ölümü beklemeye
başlamıştım. Ki ölüm gelmedikçe ben daha çok içki içtim. Daha çok içki içtikçe
ölüm yerine sarhoşluk geldi. Sonunda doktorumun verdiği bir kutu bonbonu 2
şişeye yakın viskiyle içip körkütük sarhoş olmuştum. Sonuç olarak da ölemeyince
gecenin bir yarısı telefona sarılıp doktoruma verdiği ilaçlar konusunda uzun
uzun şikayetlerde bulunmuşum –bu kısmını pek hatırlamıyorum-. Ondan sonrası
biraz daha sancılı tabii ki, bir süre içki yasağının ve güvendiğim uyku
ilaçlarının aslında plasebo olduğunu öğrenmenin verdiği öfkeyle yaptığım bazı
hareketler üzerine 1 buçuk ay sıkı gözetim altında tutuldum. Zararsız ve
kendimi öldüremeyecek kadar korkak olduğumu düşündükleri için muhtemelen geri
eve yolladılar. Ama o günden beri doktorumla daha sık görüşüyoruz ve kocası da
her sabah beni telefonla aynı saatte arıyor. Bugün de zaten işten erken çıkıp
kontrole gideceğim. Baktım kendimi ani bir şekilde öldüremiyorum, yıllar önce
bırakmış olduğum sigaraya tekrar başladım. Hayat dedikleri çile biraz daha
erken biter umuduyla.
II
Gözlerimi açtım. Az önce gelen
tangırtıyı rüyamda mı gördüm yoksa evden mi geldi emin değilim. Yine kalbim
ağzımdan çıkacak gibi, nefes nefese ve korkmuş bir tedirginlikle yatağımda
doğruldum. Bu sefer üstümü başımı çıkartıp sağa sola fırlatmamıştım. Ve kan ter
içinde de değildim. Muhtemelen kabus görmemiştim ve evden bir tangırtı
gelmişti. El yordamıyla okuma lambasını yaktım ve saate baktım. Saat yine 4ü
biraz geçiyordu. İki gün üstü üste uykusuz kalacağımın farkına vardığım için
sinirle ama biraz da çekinerek ayakucumdaki dolaptan elime alacak sert bir şey
aradım. Bulabildiğim tek şey ara sıra kullandığım bir çekiçti. Çekicin sapını
sıkıca kavradım ve dikkatli bir şekilde koridordan sesin gelmesi olası salona
doğru sessizce yürümeye başladım. Daha ikinci adımımı atmak üzereydim ki
çekicin başı normalde sıkı bir şekilde oturmuş olması gereken saptan kurtulup
olağanüstü bir tangırtıyla seramik zemine düştü ve sonsuzluk gibi gelen bir
süre kadar sekip sağa sola çarptı. Çekicin başı sanki özellikle yapar gibi hala
ses çıkartmaya devam ederken çılgıncasına atmaya başlayan kalbim vücudumdaki
tüm kanı yüzüme yolladı ve kulaklarım zonklamaya başladı. Bu curcuna arasında
çok hafif hızlı hızlı ayak sesleri duyduğuma yemin edebilirim. Tekrar sağlıklı
düşünebilecek kadar karanlık ve sessizlik içinde bekledikten sonra usulca
eğilip çekicin başını aldım ve bir elimde çekicin başı diğerinde sapıyla
karanlıkta ilerlemeye devam ettim. Koridorun evin antresine açılan kapısını
usulca açtım antreye attığım ilk adımda ayağımın altına biçimsizce gelen sert
bir köşe yüzünden uluyarak küfretmeye başladım. Canım çok yanmıştı.
Zaten artık bir seri katil ya da hırsız ya da
hortlak ne olursa olsun evdeyse benim uyanmış ve onun peşinde olduğuma dair ona
verebileceğim bütün uyarıyı vermiştim. O yüzden antrenin ışığını yaktım ve
yerde beni sakatlayan şeyin ne olduğuna baktım. Sevgilimle yıllar önce çok
beğenerek aldığımız ve antrenin duvarına üstü üste astığımız 4 duvar süsünden
en alttaki yapışmış olduğu yerden ayrılıp yere düşmüştü. Bütün bu tantananın sebebi
buydu. Eğilip aldım, elimle yapışkan yerini kontrol ettim. İlk gün olduğu kadar
yapışkan değildi gerçekten. Ben sevgilime bunları yapıştırmak yerine duvara
çivi çakıp öyle asalım demiştim. Sonuç olarak tabii ki beni ikna edip süsleri
bu garip şeyle duvara yapıştırmıştık. Ben de şimdi gecenin bir yarısı yine
uykumun bölünmüş olmasının ve çekicin birbirinden ayrılabilecek iki parçasının
birbirinden ayrılmış olmasının verdiği sinirle duvar süsünü hınçla duvara
bastırıp tekrar yapışmasını sağladım. Sonra yine de emin olmak için evin içini
dolaştım ve tekrar sürüne sürüne yatağa girdim. Gözlerim tavana dikilmiş uykuyu
beklerken aklıma bir anda duyduğum hızlı ve hafif ayak sesleri geldi. Bunun
üzerine panikle yataktan doğruldum. Bu sesleri o anda hayal mi etmiştim
uykusuzluk ve heyecanın karışımından dolayı? Emin olamıyordum. Ama evin her
yerine bakmıştım. Tekrar başımı yastıklara bıraktım ve huzursuz bir şekilde
uykuyu bekledim. Tabii ki gelmedi. Uzandım bir sigara yaktım ve küllüğü
kucağıma bıraktım. Nasıl olsa uyuyamayacaktım.
Sabah yine perişan şekilde
doğrulup giyinip kendimi dairemden dışarı attım. Tam o sırada üst komşum küçük
3-4 yaşlarındaki oğluyla birlikte merdivenden iniyordu. Bana hızlı ve biraz da
kızgın bir selam verdikten sonra esneyip gözünü ovuşturan oğluyla merdivenden
inmeye devam etti. O andan kendimi biraz utanmış hissettim. Sanırım geçen
kopardığım yaygara bu ufaklığı uyandırmış ve korkutmuştu. Duyduğumdan emin olup
olmadığım ayak sesleri ise bu ürkmüş ufaklığın anne babasının yanına koşarken
çıkarttığı sesler olmalıydı. İçimdeki suçluluk duygusu yerini belli belirsiz
bir rahatlamaya bırakmıştı. Çünkü gece sabaha kadar aklımda anlamsız bir
şekilde o gece duyduğum ayak sesleri ve bir önceki gece gördüğüm hastalıklı
kabusun görüntüleri oynaşıp durmuştu. Bana bu kadar benzeyen bir çocuk, benim
çocuğum olmalıydı, ama benim hiç çocuğum olmamıştı ki.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)