V
Elimdeki sigarayı düşürdüm. Duvar
süsüne karşı yaşadığım transtan ayağımdaki keskin yanık acısı uyandırdı beni.
Bu kadarı çok fazlaydı. Az önce gördüğüm rüyadaki o kırmızı ağaca ne kadar da
benziyordu. Sadece salkım salkım ilmiklere asılmış çocuk bedenleri ve o garip
doktor gibi giyinmiş yaratık yoktu. Süsü tekrar yapıştırdığım yerden çıkartıp
mutfağa gittim. Kendime bir bira açtım ve patronuma saatlerdir kusup sıçtığıma
dair çok inandırıcı olduğunu umduğum bir sesli mesaj bıraktım. “Bırak işi
doktora bile gidecek halde değilim. Sanki kıçım vanası sonuna kadar açılmış bir
kanalizasyon borusu gibi. 10 dakikada bir sıçıyorum. 25 dakikada bir kusuyorum.
Gece mahallede yeni açılan hint lokantasında körili tavuk yemiştim. Ve bağırsaklarım
o sikik kıçımdan dışarı fışkırmak üzere. Eğer sıvı bok yerine para sıçıyor ve
kusuyor olsam lanet şirketini 4 kere satın alabilecek kadar param olurdu
patron. Kısacası durum böyle. Yarın gelebileceğimi sanmıyorum” demiştim.
Biramı, sigaramı ve duvar süsünü alıp salona geçtim.
Saat 5e yaklaşıyordu ve ben ne
umduğumu bilmeden kırmızı kuru ağaç çizimine bakıyordum. Ne zaman aldığımızı
hatırlamıyordum ya da nereden aldığımızı. Muhtemelen gittiğimiz bir seyahatten
ya da bir eskiciden almıştık. Resimde ilginç hiçbir şey yoktu. Siyah bir arka
planın üstüne çizilmiş kurumuş kırmızı tek başına bir ağaç sadece. Tahtasını
incelemeye başlayınca ne kadar pislenmiş olduğunu fark ettim. Herhalde 3 yıldır
hiç tozunu almamıştım. Tahtanın arkasına baktım. Ne bir işaret ne bir yazı ne
bir sayı hiçbir şey yoktu. Tahtanın kenarlarını incelemeye başladığım anda
kanım dondu. Tahtanın üst kenarında kalın bir toz tabakasıyla kaplanmıştı. Bu
beklenen bir şeydi. Ama bu toz tabakasının üstünde çok küçük parmakların izleri
vardı. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başlamıştı. Tahtanın üstüne
parmaklarımdan birini yerleştirdim. Bu izler benim olamazdı. Benim parmağımın
izine göre çok… çok küçüklerdi. Tıpkı 3-4 yaşlarında bir çocuğun ellerinin
olacağı kadar.
Bütün vücudumu tarifin çok
ötesinde bir dehşet kapladı. Buradan,
evden hemen uzaklaşmak istiyordum. Şafak henüz sökmemişti. Ülkenin bu kadar
kuzeyinde sabah saat 9a doğru hava aydınlanmaya başlardı. Evin ışıkları açık
ama sokaklar kap karanlıktı. Çok büyük bir ikilem içinde kalmıştım. Birkaç
gündür gittikçe tuhaflaşan şeyler yaşadığım evde mi kalayım? Yani ışıkta? Yoksa
üstüme ne bulursam giyip buraya bir daha dönmemek üzere buradan uzaklaşayım mı?
Aceleyle yatak odasına daldım. Üstüme aceleyle ne bulursam giydim. Hava haftalardır
buz gibiydi bugün de farklı olmasını beklemiyordum. Üstümü giyinebildiğim kadar
kalın giyindim. Bu kontrolsüz bir şekilde titrememe engel olamıyordu. Aceleyle
evin içinde cüzdanımı ve telefonumu aradım. Telefonumu genelde yatağa
yastığımın altına koyuyordum uyurken ama şimdi orda yoktu. Eğilip yatağın
altına baktığım sırada bütün omurgama yayılan buz gibi bir korkuyla donup
kaldım. Arkamdan bir kıkırdama gelmişti. Hihihihi.
Kıkırdama neşeliydi aslında, alaycı bir tını sezmemiştim sesinde. Ama Bütün
vücuduma yayılan ürperti kıpırdamamı bu kadar zorlaştırıyor olamazdı. O kadar
savunmasız bir durumdaydım ki. Gözlerime yatağın altındaki telefon ilişti. Ona
uzanıp olduğu yerden kapıp ayağa kalktım. Döndüğümde arkamda göreceğim şeyden
ölümüne korkuyordum. Bir türlü dönemiyordum arkamı.
“- Korkmana gerek yok baba.
Benim.” Sesi sanki biraz kırgın gibiydi. Dönüp ona bakmadığım için kalbi
kırılmıştı sanki. Kalbi mi?! Ne kalbi!
“- Bana neden baba deyip
duruyorsun?” Sesim bir fısıltıdan daha yüksek çıkamamıştı. Durduğum yerde tir
tir titriyordum.
“- Babama ne demem gerekir ki?”
Biraz aklı karışmış gibiydi. Ölümün soğukluğunu iliklerimde hissediyordum. Kat
kat giyinmiş sıcak evin içinde paltomla terlerken donuyordum. 7 kere intihar
etmeye çalışmıştım. Her birinde ölmekten öylesine korkmuştum ki sonunda her
seferinde gülünç duruma düşmüştüm. Ama hiçbirinde bu kadar çok korkmamıştım.
Yatak odamdaki pencereye baktım koşup oradan dışarıya atlayabilir miyim diye.
6ıncı katta oturuyordum. Ve kendimi atmamam için –sanki atabilecekmişim gibi-
demir parmaklıklar taktırmıştık doktorumla. Yatak odasından tek kaçış yolum
arkamda, sesin geldiği yerdeydi. Bütün bu olanları unutmamın atlatmamın
imkansız olduğunun bilinciyle cesaretten çok çaresizlik içinde yavaş yavaş
arkamı döndüm.
Kapı ve arkasındaki koridor
boştu. Elimde sıkı sıkı tuttuğum telefonu ceplerimden birine yerleştirdim. Tek
bir koşu hızlı kapıya kadar. Hiçbir yere bakmadan. Hiçbir şeyi duymadan. Bu
lanetli sahneyi terk etmeme yetecekti. Doktorumun evine kadar koşabileceğimden
emin değildim ama başka şansım var mıydı? Kaslarım gerilmiş bir yay gibi
koşmaya hazırlanmıştım ki o kan dondurucu ses tekrar konuştu.
“-Kaçma baba. Dışarısı karanlık
ve soğuk.” Ses tam tepemden geliyordu. Ve çok ÇOK yakındı. İstemsizce başımı
sesin geldiği yöne doğru –tanrım yukarı!- çevirdim. İşte oradaydı, ayakları
tavanda baş aşağı asılmış tek ayağı üstünde sek sek oynar gibi çok hafif bir
ses çıkartarak tavanda zıplıyordu. Sanki yer çekimi kanunları onun için bir
anlam ifade etmiyormuş gibi uzun düz saçları olması gerektiği gibi duruyordu.
Ben ona doğru dönünce o da beklediği buymuş gibi bana bakmaya başladı.
“-Korkmana gerek yok baba. Burada
güvenliyiz. Beraber oyunlar oynayabiliriz.” Konuşurken hareket etmeye
başlamıştı tekrar. Koşarak tavandan duvara duvardan da yere inmişti. Sanki
yüzümdeki şok ve korku ifadesi onu açıklama yapmaya zorluyormuş gibiydi. Yeşil
parlak gözleri düşünceli biraz da üzgündü.
“- Benim hiç çocuğum olmadı.”
Diyebildim sadece. Sesim sadece bir fısıltıdan ibaretti. Duyup duymadığından
bile emin değildim. Duymamış olacak ki beni incelemeye devam etti.
“- Sen de kaçmaya çalışacaksın
değil mi?” Kafasını soluna yatırmış beni inceliyordu. Gözlerinde hayal
kırıklığı ve hüzün vardı.
“- Ben de mi? Ben DE mi?! Başka
kim var?” Sesim bir fısıltıdan biraz yüksek ama bu sefer duyulabilirdi. Tekrar
kendimi koşmaya hazırlamıştım.
“- Annem tabii ki.” Sanki çok bariz
ve olağan bir gerçeklikten bahsediyor gibiydi. “Senden önce onun yanına
gitmiştim. Ama o benden korktu ve kalıp benimle oynamak yerine kaçtı. Karanlığa
kaçtı.”
Bu kadarı fazlaydı. Zaten yay
gibi gerilmiş olan kaslarım bir anda boşaldı ve kendimi kapıya doğru fırlattım.
Ayakkabı giyecek vaktim yoktu çıplak ayakla buz gibi geceye kendimi atmadan
önce duyduğum son şey: ”Baba ne olursun kaçma” idi. Hayatımda hiç bu kadar
hüzün dolu bir ses duymamıştım.
Komünist dönemden kalma eski
apartmanın merdivenleri üçer beşer atlayarak iniyordum. Bir yandan da
telefondan eski sevgilimin silmiş olduğum numarasını arıyordum. Telefon numarasını
telefonumdan silmiştim ancak zihnimden asla silememiştim. Koşarken numarayı
telefona girdim ve çevirdim. Çalıyordu. Ve sonunda açıldı.
“- Vicky merhaba böyle bir saatte
aradığım için özür dilerim. Çok çok gar…
- Alo?” Gelen bir erkek sesiydi. Tanıdık bir erkek sesiydi. Telefonu açan eski sevgilimin kardeşiydi.
“- Mikael sen misin? Nefes
nefeseydim. Koşuyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu ama bunun
nedeni yorgunluk mu yoksa telefonu kardeşinin açmış olması mıydı emin değilim.
- Evet benim. Sizi tanıyor muyum?
Telefonunuz kardeşimde kayıtlı değil.” Sesindeki olağandışı hüzün ve durgunluk
vücuduma ani bir korku yaydı.
“- Tanıdığını düşünmüyorum.
Vicky’nin iş arkadaşlarından biriyim, onunla konuşmam mümkün mü acaba?
- Oh anlıyorum. Korkarım onunla
konuşmanız mümkün değil. Maalesef ablamı dün kaybettik. Polisin dediğine göre
kendini öldürmüş.”
Vücudumda hareket eden her şey
bir anda buz kesti. Telefonu kapattım. Kıpırdayamıyordum. Evin dışına kendimi
atmıştım çıplak ayaklarım ilerlemeyi reddediyordu.
Şıp… Şıp… Şıp… Şıp… Karanlık boş
sokakta bu ses yankılanıyordu. Korkutucu derecede tanıdık o şıpırtı. Sesin
nereden geldiğini kestiremiyordum. Ama bu sesin iyiye bir işaret olamayacağını
çok iyi biliyordum. Alelacele telefonda doktorumu aramaya başladım. Çalmaya
başlamıştı.
“- Baba?” Ses bu sefer şefkatli
ya da hüzünlü değil. Alaycı bir sadizmin izlerini taşıyordu.
“- Alo? Alo?! Börje hiç komik değilsin.” Telefonumda doktorumun sesini duyuyordum ama
az önce karanlıktan gelen ses vücudumdaki son gücü de bitirmişti. Telefon
parmaklarımdan kayıp yere düştü. Şıp… Şıp… Şıp… Şıp… Ses giderek yaklaşmış
artık sadece birkaç adım önümden geliyordu.
“- Nereye gidiyorsun baba?
- Hiçbir yere gitmiyorum. Göster
kendini!”
Küçük bir siluet ağır ağır
yürüyerek görüş alanıma girdi. Şıpırtı giderek artıyordu. Yüzünü seçebilecek
kadar yaklaştığında yeşil gözlerini bembeyaz bir cildin takip ettiğini, kumral
saçların kan ve balçıkla keçeleşmiş siyaha çalan hastalıklı bir renge bürünmüş
olduğu fark ettim. Ağzından çıkan zift gibi siyah şey çenesine ve minik
bedenine doğru akmıştı. Boğazındaki kesik yarası belli belirsiz gözüküyordu.
Çırılçıplaktı, geldi ve karşımda durdu. Gözleri benim korku dolu gözlerime
bütünleştiğinde uzun sivri diliyle çıkarttığı şıp sesini kesti.
“- Aslında senin çok bir suçun
yok” Kafasını düşünceli bir şekilde sola yatırdı ve sivri diliyle dışarı taşan
siyah sıvıları yalamaya başladı. Sanki aklında bir şeyleri tartıyor gibiydi.
“- Annemin hamile olduğunu
biliyor muydun?
- Vicky hamile miydi?!” Sesimdeki
şok o rahatsız edici dil hareketini bir anlık durdurmaya yetmişti.
“- Neler oluyor?!
- Annem beni ben daha yokken
öldürdü baba. Beni o ağaca astı ve gitti. Benim oradan kurtulamayacağımı
düşündü herhalde. Ama kurtuldum işte bak.” Manyak gibi gülmeye başladı. Minik
kollarını açtı katıla katıla gülüyordu. Her tarafa o korkunç siyah sıvıyı
saçıyor. Karnını tutup iki büklüm yere kapanarak gülmeye devam ediyordu.
Dakikalarca bu sadistçe gülme krizinin geçmesini bekledim. Yerde tepiniyor
siyah asfaltı yumrukluyor ve bir canlıya ait olamayacak mezar ötesinden
iliklerime kadar beni titreten sesler çıkartıyordu. Onun bu kriz anını
dehşetengiz bir transla izlerken bunun oradan kaçabilmek için bir fırsat
olduğunu düşünerek ses çıkartmadan birkaç adım gerilemeye başlamıştım ki bıçak
gibi ani bir şekilde tüm o sapıkça kahkahalar son buldu.
“- Yoo. Yo yo yo yo yo. Nereye
gidiyorsun? Yoksa elinde olsa sen de mi benden kurtulurdun? Beni o ağaca asıp
her gün tekrar tekrar hasat edilmeye mi terk ederdin? Hahahah yo yo yo şşşş şş
şş. Korkma gitme yo yo yo. Daha konuşacaklarımız var.” Sesi o kadar histerik ve
eğleniyor geliyordu ki ne yapacağımı bilemez şekilde yere dizlerimin üstüne
çöktüm.
“- Ne istiyorsun benden?
- Beni sevmeni. Benimle oynamanı
baba” Sesi o kadar yumuşak ve çaresiz gelmişti ki, sanki yukardaki uğursuz
yaratıkla yer değiştirmiş gibiydi. Simsiyah asfalta dikilmiş gözlerimi kaldırıp
saçları düzgün taranmış güzel güzel giydirilmiş o çocuğu beklerken tam yarım
karış önümde o simsiyah köpüren sivri dilli, sivri dişli gözlerin benzersiz bir
kötülükle parlayan beyaz yüzü gördüm. Normalde bu görüntünün bu kadar yakın
olması yerden sıçrayıp arkamı dönüp deliler gibi koşmama neden olurdu ama ne
vücudumda ne ruhumda bunu yapacak bir güç kalmamıştı. Kaderimi hayatımı bu
çılgınlığa teslim etmiştim.
“- Hahaha hihihi hohoho
hihohahahu. Şş şşş şşşş şşş işte böyle. Korkulacak bir şey yok. Ben senin
kanındanım. Ben senin canınım. Şş şş
şşşş şşş. Yo yooo yoo yooo ağlamana gerek yok. Şşş şş.” O pis elleriyle kafamı
kavradı. 3 yaşında bir çocuğa göre olmaması gerektiği kadar çok güçlü bir
şekilde kafamı sıktı ve o siyah sivri diliyle yalamaya başladı yüzümü. Bir
yandan da histerik şekilde kıkırdıyor gülüyordu. Bir anda tırnaklarını
şakaklarıma geçirip gözlerini gözlerime kenetledi.
“- Şimdi beni güzelce dinle baba. Annem olacak o orospuyu beni
öldürdüğü için öldürdüm. Şimdiye kadar yaptığım en eğlenceli şey buydu.” Ses
beynimin içinde zonkluyor kulaklarımla değil bütün benliğimle duyuyordum. Ben
onu dinlerken o uğursuz ağzı kıpırdamıyor sadece uzun sivri dili yüzümü
okşuyordu.
“- Seni de öldürmek için neler
vermezdim. Çünkü besbelli benden nefret ediyorsun ama zaten buraya gelmek için
evime fazlasıyla zarar verdim.” Zihnime o kırmızı kuru ağacın görüntüsü sanki
bu yaratığının ince sert parmaklarından akıyor ve bütün görüşümü dolduruyordu.
“Hayatta kalabilmem için bu ağacın hasat edilmesi gerekiyor seni pis sefil. Ve
bil bakalım bunu kim yapacak?!” Zihnime az önce gördüğüm kabusun resimlerini olanca
canlılığıyla dolduruyordu.
“Ayaklarım sanki tonlarca ağırlaşmış gibi beni olduğum yere mıhlıyordu.
Bir anda karşımdaki yaratık bir anda ağaca doğru döndü. Ben de onun baktığı
yöne baktım. Beyaz gömlekli siluetin boş ilmiğe ulaşmış olduğunu fark ettim.
Maskeli yüzü bu tarafa dönük kan gölü içinde yürümeye başlamıştı. Sonunda
kendimi birkaç adım daha geri geri ilerlemeye zorlayabildim “Baba kaç!” dedi
yaratık. Dönüp ona baktığımda rüyadaki gibi canlıydı. Yara izleri ve garip
siyah sıvı gitmişti. Yemyeşil gözleri endişeyle parlıyordu. “Koş baba, koş!”
Bir içgüdüyle ona doğru 2 adım atmıştım. Minik kollarını bana doğru açtı “GEL
BURAYA” diye kükredi. Her yere simsiyah garip sıvıdan saçarak. Arkamı döndüm ve
maskeli siluetle burun buruna geldim…” Soluk yeşil cam gibi bakan gözler
bana bakıyordu. Kendi gözlerim bana ruhsuz ifadesiz ve anlamsızca bakıyordu.
Elini uzattı elimi tuttu bisturiyle elimi kesti ve kendi elini yaraya bastırdı.
Vücudumdaki bütün sıcaklık benliğim bilincim avuçlarımdan akıp gidiyordu. Engelleyemiyordum.
Giderek düştüm karanlığa. Dönerek, bilinçsizliğe.
VI
Bembeyaz bir odadayım. Sonsuz
gibi ama sonlu. Bir yerlere ne kadar çok bakarsam o kadar büyüyor ama
bittiğinin farkındayım. Kalkıp yürürsem duvara çarpacağım o yüzden gerek yok.
Gücümü işime saklamalıyım zaten. Hasat edilecek koca bir ağaç var. Aklıma o
ağacın görüntüleri doldukça içimi bir şefkat kaplıyor. Kaç yıldır onunla
konuşuyorum, ilgileniyor, buduyorum. İlk gördüğüm zamankinden çok farklı çok
daha canlı. Çok daha kırmızı. Yeni meyveler veriyor, yeni hasat edilecek minik
bedenler. Ağacı besleyecek, bizi besleyecek, oğlumu besleyecek bedenler. Ve en
keyif aldığım ansa ağaçtaki en oldun meyveyi hasat ettiğim anlar. Orda olmaması
gereken ama oğlumun evimize hediyesi: annesi. Onun o güzel kafasını arkaya
çekerken her gece gözlerindeki dehşeti görmek içimi gıdıklıyor. Bisturinin
tenine değdiği andaki irkilmesi beni tahrik ediyor. Bisturiyi o güzel pürüzsüz
boğazına daldırmadan önceki yalvarmaları sanki ateşli bir ön sevişme gibi
zevkin doruklarına hazırlıyor. Son hamleyle boğazını kestiğimde diğer meyvelere
oranla çok daha fazla akan kan ve kanın verdiği son nefesle fokurdaması bana en
güzel orgazmdan daha büyük bir zevk veriyor. Her gece. Kendini evliliğe
saklamış yeni evli azgın bir çiftin her gece seviştiği gibi biz de her gece
bunu tekrarlıyoruz. O titreyerek ölümsüzlüğündeki bir sonraki ölümü tadarken
ben zevk ve huşu içinde titriyorum. Ve uyanana kadar oğlumla oynuyoruz. Yeni
meyveler arıyor onları gözlüyoruz.
O salak doktor beni o sokağın
üstünde çıplak ayaklarımla kıpkırmızı kanla
–komşumun ve ses çıkartıp duran salak çocuğunun kanıyla- çizilmiş ağacın
dibinde uyurken bulduğundan beri beni kontrol altında tuttuğunu sanıyor. Oysa
onlar sadece ilk meyvelerimdi.
Artık hasat vakti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder