III
Gözlerimi açtım. İşte bu çok
tuhaftı. Bu sefer ne bir ses ne de bir rüya hatırlıyorum. Nabzım ve nefes alış
verişim normaldi. Sadece öylesine uyanmıştım karanlığın içine. Kafamı tembel
tembel döndürüp saate baktım. Saat yine 4ü biraz geçiyordu. Hayal kırıklığı ile
gözlerimi kapatıp tekrar bakışlarımı tavana diktim. Üç gece üst üste birbirine
çok yakın saatlerde uyandırılmıştım. Hoş bu sefer hangi gizemin beni
uyandırdığını henüz çözememiş olsam da yıllardır deliksiz uyuyan ben için bu
durum gerçekten çok tuhaf ve sinir bozucuydu. Hazır uyanmışken tuvalete gideyim
bari diye düşündüm ve kalktım ayağa.
Koridora adımımı attığımda yine
bütün vücudumda 2 gece önceninkine benzer bir ürperti hissettim. Hava çok
soğuktu ve yatağın sıcak kavrayışından dışarı çıkmak üşümeme neden olmuştu
belli ki. Banyoya girdim, yalnız yaşadığım için kapıyı kapatmak gibi bir refleksim
yoktu. Sırtım kapıya dönük işimi gördükten sonra sifona bastım. Sifona basmamla
beraber evin içinde garip bir hareketlenme oldu. Sifonun sesi duyulur duyulmaz
antreden yine bir patırtı duydum ve yine hızlı ve hafif ayak sesleri. Bu
beklenmedik sesler üzerine irkilip olduğum yerde sıçradım ve ağır ağır arkamı
dönerken sanki açık kapıdan gözümün ucunda bir hareket yakaladığımı sandım. Bir
yay gibi gerilmiştim ve o hareket son nokta olmuştu. “Kim var orda” diye titrek
bir şekilde geceye seslendim. Sesim olmasını istediğimden çok daha cılız ve korku
dolu çıkmıştı. Cevap yoktu. Yavaşça tıraş makinasına uzandım. Daha önceki
girişimlerinden birinde usturayla bileklerimi kesmeye çalıştığım için evime
ustura almam yasaktı. En kötü tıraş makinasını kafasına atıp şaşırtırım gibi
amatörce bir taktikle yavaş yavaş ışıktan karanlığa, banyodan koridora doğru
yürümeye başladım. Çıkışa 2 adım kala tekrar, bu sefer daha güçlü bir sesle
“kim var orda?” diye tekrarladım. Yine ses yoktu.
Evdeki bütün ışıkları açtım.
Birinin girip çıkabileceği bütün pencereleri, kapıları hatta delikleri bile tek
tek elimde tıraş makinasıyla inceledim. Sadece dün sinirle duvara iliştirdiğim
duvar süsünün tekrar yere düşmüş olduğunu gördüm. Sadece bir tesadüf eseri
böyle bir gürültü kopmuştu belli ki evde. Bu da yine yukarıda komşumun çocuğunu
uyandırmaya yetmişti. Yine de gözüme takılan hareket sürekli ürpermeme neden
oluyordu. O hareketi o anın gerginliğiyle hayal mi ettim? Yoksa evimden bir
kemirgen ailesiyle beraber mi yaşıyorum? Her iki düşünce de beni birbirinden
daha çok rahatsız ediyor. Eğer hayal ettiysem son dönemdeki anlamsız stresimle
ilgili doktorumla görüşmem gerekiyor. Ve işi şansa bırakmamak için yarın işten
dönerken birkaç fare kapanı almaya karar verdim.
Az önce yaşadıklarımın gerginliği
üstümden atmak bana uykumun geri kalanına ve yarım pakete yakın sigaraya mal
oldu. Sabah kendime kahve demledim ve demlenmesini beklerken tıraş olsam iyi
olur gibi geldi. Akşam doktoruma uğramayı planlıyordum ve kendime bakmamın
içinde bulunduğum ruh halinden kurtulmam için ilk adımlardan biri olduğunu
düşünüyordu. Ben de sırf bu konuyu tekrar tekrar anlatmasın diye onla
buluşmadan önce tıraş olup öyle gidiyordum. Ayriyeten arkadaşım diyebileceğim
tek insanın karısı olsa bile son 3 küsür yıldır konuştuğum tek kadın oydu ve
bir kadınla buluşmaya giderken en ilkel içgüdülerim beni biraz daha düzgün
gözükmeye zorluyordu. Tıraş olmak için tıraş makinasına ihtiyacım vardı ama
tıraş makinası görünürde yoktu. Gece bütün evi didik didik ederken tıraş
makinasını yanımda taşıdığımı hatırlıyorum ama en son bıraktığım yeri bir türlü
hatırlayamıyor bu nedenle de lanet makinayı hiçbir yerde bulamıyordum. Sonuç
olarak kaderime razı bir şekilde tıraş olmadan evden çıktım. 1 saatlik seansın
15 dakikası neden bu kadar perişan gözükmemem gerektiği üzerine uzun bir
nutukla geçecekti.
IV
O gittiğinden beri -ve ben arka
arkaya kendimi öldüremediğimden beri- her yere yürüyerek gitmeye başlamıştım.
Zaten çok da büyük olmayan bir şehrin çok merkezinde bir yerde oturuyordum. İşe
ya da markete ya da bara ya da kendimi atıp öldürememek için asma köprüye
yürüyerek gidebiliyordum. Bu yüzden yıllar geçtikçe artık yürüyüş yapmaktan
keyif almaya başladım sanırım. İlk başlarda vücudumdaki nefreti ve öfkeyi kusup
şehrin gürültüsüne boğmak iyi geliyordu. Ama yürümeyi sevmeye başladığımı fark
ettiğimden beri –bunu doktoruma söylediğimde çok mutlu olmuş hatta sarılıp
kocaman bir öpücük kondurmuştu yanağıma- müzik dinleyerek yürümeye başlamıştım.
Çok şiddetli ve sert şarkılar dinliyordum, dönem dönem de çok yavaş ve acıklı
şarkılar dinliyordum. Bunun sonucu genellikle başarısız bir girişim oluyordu
evet. Ama doktorum müzik dinlemeye başladığımı duyduğunda yine çok mutlu
olmuştu. Bu sefer sarılıp öpmemişti ve küçük bir hayal kırıklığı hissetmiş
olsam da çok da umursamamıştım.
Yine yürüyordum, şehrin
sokaklarında ama başımı kaldırıp baktığımda çok tanıdık yerlerde olduğumu söyleyemeyeceğim.
Şehrin bu kadar eski sokakları olduğunu
bilmiyordum bile. Şehrin bu kadar eski olduğunu bile bilmiyordum. Bildiğim
kadarıyla ikinci dünya savaşında çoğunluğu yıkılmış ve yeniden yapılmıştı. Ve
bu da şehrin en fazla 70 yaşlarında olduğu anlamına geliyordu. Ama bu evler
sanki asırlar öncesine ait gibi duruyordu. Köşelerinde korkunç gargoyllar,
inanılmaz incelikte taş işlemeleri ve bir dönemler çok şık ve gösterişli
oldukları belli olan pencereleri vardı. Pencerelerin çoğu kırılmıştı ve
bazıları tahtalar ile kapatılmıştı. Bir zamanlar beyaz olduğunu tahmin ettiğim
duvarların üstü yosun gibi hastalıklı yeşil siyah bir balçıkla kaplanmıştı.
Sanki binalar bir zamanlar canlıymış ama ölmüşler ve hatta çürümeye başlamışlar
gibi eğilip bükülmüşlerdi. Garip bu kadar çürümüşlüğün ortasında hiç koku
almıyordum.
Bu yaptığım yürüyüş beni gittikçe
tedirgin etmeye başlamıştı. Bu kadar terkedilmiş bir yerde kendimi rahat
hissetmiyordum. Bırakın kaldırımlarda ya da yolda bir insanı uçan bir kuş ya da
salınan bir kedi bile yoktu ortalıkta. Adımlarımı yavaşlattım ve içimdeki
korkunun biraz daha baskın gelmesine izin verdim. Rüzgar esmiyordu ama kırık
camların arkasındaki tüller hareket ediyor gibiydi. Kulağımdaki kulaklıklarımı
çıkarttığımda buranın ne kadar sessiz olduğunu fark ettim. Kafamı kaldırdım,
hava kararmaya başlamıştı. Bütün gün yürümüş olamazdım. Burasıyla ilgili içimde
gittikçe büyüyen bir tedirginlik hissetmeye başlamıştım. Sanki görme duyularım
dışında hiçbir duyum işe yaramıyordu. Sokağın ortasındaydım hiç bir şey
duymuyor, hiçbir koku almıyor ve hiçbir şey hissetmiyordum. Terlememiştim, hava
ne sıcak ne soğuktu. Sıcaklık rahatsız edici şekilde mükemmeldi. Işık da ne
gözlerimi yoracak kadar azdı ne de gözlerimi kısmamı gerektirecek kadar parlak.
Kıpırdayan tüller dışında hiçbir hareket fark edemiyordum. Mükemmellik çok
boğucuydu. Ben de en azından tüllerin hışırtısını duyabilmek için bu zaman
durmuş gibi gözüken sokakta sabit durup dikkat kesildim.
Şıp, şıp, şıp, şıp… Ne kadar uzak
olduğunu anlayamadığım bir yerden bu damla seslerini duymaya başladım. Mutlak
sessizliğe rağmen çok hafif bir sesti ama nereden geldiğini tahmin
edebiliyordum. Birkaç yüz adım ileride, sokağın sonu gözüküyordu, ses sanki
oradan geliyordu. Bütün duyularım bütün içgüdülerim geri dönüp koşmamı bana
haykırıyordu. Bu uğursuz yerden gitmemi bağırıyordu bilincim bana sürekli. Ve
ben de bu dürtülere karşı gelinmemesi gerektiğini bilecek kadar film izlemiş ve
kitap okumuştum. Anlatıcının başına ne gelirse olağan dışı bir yerde uyanan
insanlık dışı meraktan gelirdi. O yüzden arkamı dönüp yere bakarak koşmaya
başladım. Sağa sola bakmamak için gözlerimi birbiri ardına öne fırlattığım
ayaklarıma sabitledim. Ne perdelere ne o uğursuz evlere ne de bu sokaktaki
başka bir şeye bakamamaya çok kararlıydım. Ama keşke baksaydım.
Koşarken hiç ama hiç
yorulmadığımı fark etmem biraz süre almış olacak ki ayaklarımın altındaki
asfalt zemin kendini yemyeşil çimlere bırakmıştı. Bu çimler ne kadar da tanıdık
geldi. Rengi, parlaklığı ve yumuşaklığı. Sanki daha önce burada koşuşturmuş
gibiydim. Yıllardır günde 2 paketten fazla sigara içiyordum, ve doktorum buna
karışmasa bile kocasıyla beraber bu duruma üzülüyorlardı. Birkaç kez konusu
açılmış beni doğa yürüyüşüne davet etmişlerdi. Sanırım adam da benden daha iyi
durumda değildi, ya da doktorumun bir stratejisiydi bu, çünkü kimsenin
tavsiyesiyle değil ilk intihar girişimim sonucunda ikisiyle tanışmıştım. Haklarında
hiçbir şey öğrenmeye niyetli değildim ve anlattıklarının çoğunu da
umursamamışım ki hala haklarında çok bir şey bilmiyorum. O yürüyüşlerin birinde
daha 1 saat olmadan nasıl nefes nefese kalıp ciğerlerimin yandığını
hatırlıyorum. Oysa şimdi dakikalardır belki saatlerdir koşabildiğim kadar hızlı
koştum ve hatta şehri bile terk etmişim gibi duruyor ve hiçbir yorgunluk
belirtisi yoktu. Bu hem kafamı karıştırdı hem de hoşuma gitmişti. Şimdi etrafı
izleyerek koşuyordum. Hava ne kadar da güzeldi. Tam olması gerektiği gibi. Ne
terliyordum ne de üşüyordum. Etrafı izlemeye öylesine dalmıştım ki ayaklarımın
sivri köşeli simsiyah bir kayaya takıldığını ancak takıldığım anda fark ettim.
Düşüşüm ise beklediğimden çok daha uzun sürdü. Sonuçta boyum 1.80den sadece
biraz uzundu.
Düştüğüm yer kanımı dondurdu. Koca
bir ağaç hiçliğin ortasında belirmişti adeta. Kurumuş dallarında sanki
meyveleriymiş gibi sallanan farklı uzunluklarda ilmikler ve ayaklarından asılı
onlarca küçük suret rüzgarla hafif hafif sallanıyordu. İlmiklerden bir
tanesinin ucu boştu geri kalanında ise minicik ufacık bedenler sallanıyordu.
Hepsi çırılçıplak gevşek bebek bedenleri. Bu hastalıklı görüntü karşısında
midem ağzıma geldi ve dizlerimin üstüne çöktüm. Dehşet içinde ağzım açılmış ama
bir fısıltı bile çıkartamıyordum. Bu nasıl bir cehennemdi?! Şıp, şıp, şıp, şıp…
Sesin kaynağına gelmiştim bir şekilde. Nasıl o kadar koşmuştum? Ağacın devasa
gövdesinin etrafında beyaz önlüklü bir siluet sanki asmalardan üzüm hasat eder
gibi dolaşıp baş aşağı sallanan bebeklere bir şeyler yapıyordu. Elleriyle
bebeklere doğru uzanıp… Aman tanrım onların boğazlarını kesiyordu bir bisturi
ile! Adama daha detaylı baktığımda yüzünün bir ameliyat maskesi ile kapalı
olduğunu gördüm. Ayaklarında lastik çizmeler bileğine kadar kanın, tanrım bebek
kanının içinde yürüyordu. Önlüğünün etekleri masum çocukların kanlarıyla koyu
kırmızı olmuştu. Her adımında etrafa sıçrayan kan önlüğünde daha üst yerlerde
damla damla gözüküyordu. Ellerinde lateks ameliyat eldiveni kıpkırmızı olmuş
kan bileklerinden aşağı doğru akıyordu ve önlüğünün kolları da kırmızıya
çalıyordu. Teker teker bütün bebeklerin kafalarını sırtına doğru yaslayıp hiç
titremeden tek ve hızlı bir hamleyle boğazlarını kesiyordu. Yere hızla kan
boşalıyor ardından kesikten yerdeki gölete yavaş yavaş damlamaya devam
ediyordu. Gözlerimi kapatmak istiyor ama yapamıyordum. Belki gözlerim kapalıydı
ama hala görebiliyordum! Adam yavaş yavaş boş olan ilmiğe doğru ilerliyordu.
Daha dikkatli bakınca ağacın
gövdesinin kahverengi değil, kırmızıya yakın bir bordo olduğunu fark edince zor
bastırdığım kusma isteğimi daha fazla kontrol edemedim. “Evimi beğenmedin mi
baba?” Ses küçük bir çocuğa aitti ve çok eğleniyor gibi geliyordu. Kanım dondu.
Buz gibi minik bir el ensemde geziniyordu. Dokunduğu yerden bütün vücuduma ölüm
kadar soğuk bir korku yayılıyordu. İstemsizce titremeye başladım. “Neyin var?
Hasta mısın? Niye titriyorsun baba?” diye merakla sordu. Ses aynıydı ama bu
sefer daha önce duymuş olduğum bir endişe ve şefkatle doluydu. Kafamı ona doğru
çevirdim, gözleri yemyeşil ve canlıydı, aklıma bir dolu görüntü doldu, yeşil
çimler, gülücükler. Kumral düz saçları muntazam bir şekilde yana doğru
taranmıştı. Çırılçıplaktı. Konuşurken dişlerinin simsiyah olduğunu fark ettim.
Bir adım geri sıçrayıp daha uzaktan bakınca sadece gözlerinin canlı gibi
durduğunu gördüm. O yeşilliklerdeki görüntülerle çok rahatsız edici bir
yakınlığı ve aynı oranda uzaklığı vardı. Boğazındaki dikiş izlerine gözüm
takıldı. Ardından sol ayak bileğindeki halat izi. Bembeyaz vücudundaki tek renk
hastalıklı bir mor yeşil karışımıydı ve sadece boğazında ve bileğindeydi.
Ağzını konuşmak için açtığında siyah olanın dişleri değil ağzındaki zifti
andıran bir sıvı olduğunu fark edip ayağa sıçrayıp iki üç adım daha uzaklaştım.
Yüzünde şeytani bir gülümseme belirdi “neden
bu kadar korkuyorsun baba?” dedi sesi yine alaycı ve eğleniyor gibiydi.
Ağzındaki siyah sıvı konuşurken çenesinden aşağı akmaya başlamıştı ve uzun
sivri dilini çıkartıp onları yaladı. “Sorun bunlar mı yoksa?” Şok içinde
kıpırdayamıyordum. O yaratıktan ölesiye koruyordum ama kaçamıyordum. Ayaklarım
sanki tonlarca ağırlaşmış gibi beni olduğum yere mıhlıyordu. Bir anda
karşımdaki yaratık bir anda ağaca doğru döndü. Ben de onun baktığı yöne baktım.
Beyaz gömlekli siluetin boş ilmiğe ulaşmış olduğunu fark ettim. Maskeli yüzü bu
tarafa dönük kan gölü içinde yürümeye başlamıştı. Sonunda kendimi birkaç adım
daha geri geri ilerlemeye zorlayabildim “Baba kaç!” dedi yaratık. Dönüp ona
baktığımda rüyadaki gibi canlıydı. Yara izleri ve garip siyah sıvı gitmişti.
Yemyeşil gözleri endişeyle parlıyordu. “Koş baba, koş!” Bir içgüdüyle ona doğru
2 adım atmıştım. Minik kollarını bana doğru açtı “GEL BURAYA” diye kükredi. Her
yere simsiyah garip sıvıdan saçarak. Arkamı döndüm ve maskeli siluetle burun
buruna geldim…
Yine kan ter içinde çıplak bir
şekilde uyanmıştım. Ne kadar gerçekti bu gördüklerim böyle. En ince ayrıntısına
kadar hatırlıyorum. Hemen başucumdaki lambaya uzandım. Nefes nefeseydim. Bütün
görüntüler üstümden şelale gibi akıyor beni korku ıstırap ve paniğe boğuyordu.
Ne görmüştüm?! Tanrım bu nasıl çarpık bir zihnin ürünüydü. Nasıl hastalıklı bir
bilinçaltına sahiptim ben?! Titreye titreye elimi sigarama götürdüm ve beşinci
denememde yakabildim ancak. Yataktan
kalktım. Evde bulabildiğim bütün ışıkları yaktım. Korku içinde titreyerek
salona doğru yürümeye başladım. Antrenin girişinde ayağımı sert bir şeye
çarptım. Eğilip baktığımda dün sabaha karşı yere düşmüş süsün orada olduğunu
gördüm. Ve yanında bütün sabah arayıp bulamadığım tıraş makinem duruyordu. Bunu
dün gözden kaçırmış olmam çok ilginçti. Evin her yerine bakmıştım. Bir tek yere
mi bakmamışım yani? Bu uykusuzluk ve garip kabuslar zaten sallantıda olan
benliğimi iyice uçurum kıyısına yaklaştırmış, deliliğin acı tatlı esintisini
ensemde hissetmeme neden oluyordu. Eğilip yerden tıraş makinemi ve süsü aldım.
Duvar süsünü tekrar duvara yapıştırdım. Duvar süsü, eskitilmiş kalın bir
tahtanın üzerinde hiçliğin ortasına resmedilmiş kuru kırmızı bir ağaçtı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder