29 Haziran 2017 Perşembe

Kırık Kumsaati-2

Bir damla, ardından bir damla daha, bakışlarımı 4 gencin oturduğu bar masasından çekip gökyüzüne yönlendirdim. Gerçekten yağmur yağmaya başlamıştı. Binanın yanından ayrılıp tekrar önüne doğru yürüdüm, tüm başımdan geçenlerin ne anlama geldiğini anlamaya çalışırken uçurumun kenarında oturan bir siluet dikkatimi çekti. Oldukça şişman. Uzun saçı arkadan toplanmış, kulaklarında küpeler olan, sakallı birisi ayaklarını uçurumdan sarkıtmış, aşağıyı izliyordu. Elinde bir şey tuttuğunu görebiliyordum. Yanına gittim, oturdum. “Neye bakıyorsun?” diye sordum, aslında gerçekten merak etmiştim. Bakışlarını yoldan ayırmadan, “Arabalara” dedi sadece. Elinde köşeli bir makyaj aynası vardı. Onu görebiliyordum artık. Arkasındaki lacivert plastiği bana dönüktü. Elimde sürekli beceriksizce çeviriyor ara sıra düşürecek gibi oluyor son anda yakalıyordum. “Neden arabaları izliyorsun?” diye sordum, biraz da cevabını bilerek. Ne kadar uzak olsak da markalarını seçebiliyordum. Aşağıdaki yoldan vızır vızır, renk renk model model BMW geçiyordu. “Çok güzeller” diye cevapladık sorumu aynı anda. Hep istedik bir tanesine sahip olmayı, binip kullanmayı. Dönüp baktığımda benim olduğunu görmeyi.  Hatta sadece bunu istedik belki de bazı günler. Ya da aylar kim bilir? Saymadım ki.
“Peki ayna?” Niye sordum. Aynalardan hiçbir zaman hoşlanmamıştım, neden elimde bir makyaj aynasıyla gezineyim ki. Hiçbir zaman aynada bana kızgınlıkla bakan adamla göz göze gelmek istemedim. Hiç aynaya zor sığan o hımbıl bedene tahammül edemedim. Şimdi neden elimde sırtı dönük bir aynayla bir uçurum kenarına oturayım ki? “ Bakmak ister misin?” Diye cevap verdi genç ve uzun saçlı ben. Neden olmasın diye düşündüm. 
“ - Olur. Uzatır mısın?” 
“ – Tabii.” Aynayı bana doğru uzattı gözlerini aşağıdaki arabalardan ayırmadan. Yüzüne ilk defa o zaman dikkat ettim. Salyaları akıyor, yalanıp duruyordu. Sanki o arabalar en sevdiği yemekmiş gibi. Uzun sakalları salyasıyla sırılsıklam olmuştu. Gözlerinde engellenemez bir iştah, dudaklarında bir pastaya atılmak üzere olan çirkin obez bir çocuğun gülümsemesi vardı. Dişleri sanki sivri, elleri ise giderek pençe gibi görünmeye başlamıştı bana. Dişlerinin arasından uzun ince bir dil uzanıp ara sıra salyalarını yalıyordu. Arabalara bakarak yalanıyordum. Uzanıp elime aynayı aldım. Yüzünü kendime çevirdim. Göreceğim şeyden az çok emindim. Sabah evden çıkmadan duş almış, katlanılamaz birkaç dakika boyunca saçımı kuruturken kendimle yüz yüze durmak zorunda kalmıştım. Gördüğüm şey düşündüğüm şey değildi.
Düz uzun saçlı, neredeyse göğsüne kadar inen uzun muntazam sakalları olan ben yaşlarda bir adam bana bakıyordu. Kafamı sağa doğru eğdim o da öyle yaptı. Aynayı kendime yaklaştırdım, gözlerimiz aynıydı, burnumuz, dudaklarımız. Benden daha ince, daha yakışıklıydı. Aynayı kendimden uzaklaştırdım kendimi daha iyi görebilmek için. Düz saçlarını at kuyruğu yapmış sakallı ben İtalyan kesim çok kaliteli bir takım elbisenin içinde inanılmaz bir özgüvenle beni inceliyordu. Hemen yanında siyah bir BMW M3, diğer yanında kocaman mat siyah bir Harley duruyordu. İnce kravatını düzeltip bana göz kırptı. “Bunların hepsi senin” der gibi bir hali vardı. Yavaş yavaş hareket etmeye başladı, üstündeki takım elbise yerini dar siyah bir pantolona bıraktı. Düzgün baştan aşağı dövmelerle kaplı vücudunu fark ettim. Salınarak arabanın bagajına gitti, bir gitar çıkarttı. Rüzgarda A Change of Season’ın notları yankılanıyordu sanki. Aynadaki ben artık sahneden arkasında büyük bir orkestrayla Dream Theater çalıyordu, ve söylüyordu da aynı zamanda. Şarkı devam ettikçe hava da açmaya başladı. Sanki mevsim değişiyor, bahar yerini yaza bırakıyor gibiydi. Ne kadar uzun süre bu hayalin içinde tıkılıp kalmıştım acaba? Şarkı 23 dakika mıydı? 23 gün ya da? 23 saat olabilir mi? Belki 23 aydı! Ya da 23 yıl. Bunca zaman bunların hepsi benim olsun istedim. Arzuladım. İlgiyi, başarıyı, arabayı, motosikleti, o vücudu, o kalabalığın önünde kusursuzca icra edilen sanatı. Aynayı yüzümden uzaklaştırıp arabaları izleyen canavara uzattım. Yerinde yeller esiyordu. Bir tek ben tek başıma ayaklarımı sallandırmış uçurumdan aşağı izliyordum. Aynayı ise ters döndürmüştüm. 
Hava burada oturup sıkılmak için çok güzeldi. Sakallarımdaki salyaları elimin tersiyle sildim. Ayağa kalktım. Aynayı sert bir şekilde yere attım. Kırıldı, paramparça oldu. Sadece bir iki parçasını aldım elime. Arkamı döndüm, cebime atmak üzereydim ki motosikletimi ve üstünde ekipmanlarımı gördüm. Binanın önünde duruyordu. Anahtarı üstünde. Sırt çantam ise arka tekerine dayanmış vaziyetteydi. Sanki yeni yıkanmış, bakımdan yeni çıkmış gibi parlıyordu.  Kırık ayna parçalarını sırt çantamın yan cebine koyup üstümü giymeye başladım. Hava ne kadar da uygundu motosikletle bir yerlere gitmeye. Yola düşmeye. Pek de düşünmeden nereye gideceğini. Aklımda bunlar varken çoktan yola koyulmuş olduğumu fark etmem biraz zaman aldı. Dikiz aynamda kesik bina küçülürken oraya döneceğimin, orada işimin henüz bitmediği düşüncesi aklımın kıyısında kıpırdandı. Ve gözlerimi tekrardan dikiz aynasından önüme çevirdim. Yol ufukta kayboluyor, görünürde tek bir araba bile yoktu. Güneş sol arkamda parlıyor, gölgemi önüme düşürüyordu. Rüzgarın üstündeki yolculuğuma bir süre böyle devam ettim. Ne kadar bilmiyorum. Güneş kaç kere battı, kaç kere doğdu, ya da hiç kıpırdadı mı ondan da emin değildim. Asfalt yarım metre altımda arkaya doğru akıyor, ben sağlı sollu bahçeler arasından geçiyordum. Bunların arasında taptaze meyvelerin güzel kokuları her nefesimde ciğerimi dolduruyordu. 
Bu arada gözüme bir bahçe takıldı. Ona doğru yavaşlayıp motorumdan indim. Bir nar bahçesiydi bu. Ağaçları çiçeklerini yeni dökmüş küçücük narlar dallarını dolduruyordu. Bahçe çitle ya da telle çevrili değildi. Ben de motorumu yolun kenarında bırakıp bahçenin içine daldım. Manzara acı verecek kadar güzeldi. Çok uzun olmasa da çok güzel olan nar ağaçları o kadar muntazam bir şekilde dizilmişti ki bahçenin girişine durup etrafa bakınmak bile nefes kesiyordu. Kuru toprakta yürümeye başladım. Geçerken ellerimi kaldırıp ağaçların dallarına dokunuyordum bazılarına. Hava kararmaya başlamıştı. Ağaçların gölgeleri giderek uzamış gibiydi. Ne kadar yorgun olduğumu o an ilk kez fark etmiş, bir ağacın dibine, gölgesinden faydalanacak şekilde oturmuştum. “Hoş geldin” Yine aynı rahatsız edici his. Kendi sesimin başka bir kaynaktan gelmesi. Tam arkamda, ensemden.  Oturduğum yerden önümde hiçbir insan gölgesi görmemek şaşırttı beni. Kalkıp arkamı döndüğümde bir ağaçla yüz yüze geldim. Gövdesine yüzüm kazınmış, ağaç kabuğundan derisi, yapraklardan sakalı olan ben beni inceliyordu. Yüzümde gülmemek için kendimi zor tutuyor olmamın ifadesini görmüş olacak ki bana bıkkın bir şekilde “Hadi söyle de rahatla” dedi. “Kim seni bu kadar bekletti? Ağaç olmuşsun!” dedim katıla katıla gülerek. Önce biraz canı sıkılmış gibi gözükse de sonra o da bana katıldı. Ne de olsa aynı kötü espri anlayışına sahibiz. Bazı şeyler hiç değişmiyor.
“ – Devam edebilince sen olduk demek öyle mi?” diye sordu gülme krizimiz sona erdiğinde. 
“ – Sanırım. Kaç yaşındasın şu anda?”
“ – On yedi.” Diye yanıtladı. Elimi uzatıp gözünden süzülen yaşları sildim. Gülerken gözleri yaşarmıştı. Ama dallarını bir kol hassasiyetinde kullanamıyordum belli ki. 
“ – Nar ağacı olduğumuz yaştasın. Peki kaç zamandır?” diye sordum.
“ – Kaç mevsim geçti bilmiyorum. Bir yerden sonra saymayı bırakıyorsun ağaç olunca. Aynı döngü her sene. Önce çiçek açıyorsun. Sonra bütün gücünle meyvelerini büyütüyorsun. Sonra O gelmiyor. Teker teker düşmeye başlıyor. O çürük meyve kokusu, sirke gibi. Hiç değişmiyor. En güzelini ya gelirse diye bütün gücünle saklıyorsun. Ama o gelmiyor. Sonunda sonuncusu da düşüp çürüyor. Senin için, doğadaki birçok dostun için besin oluyor. Sen onun için özene bözene büyütüp en tatlı olması için verdiğin onca çabadan sonra gözlerinin önünde çürümesini izliyorsun.”
“ – En azından birçok dostuna besin oluyor.” Diye kestim sözünü. Gülümsedi.
“ – Evet” dedi. “Bir çok dostuma ve bana besin oluyor. Sonra yapraklarım dökülüyor. Günler kısalıyor. Rüzgarlar sertleşiyor. Sanki artık dayanamayacakmışsın gibi geliyor kimi zaman. Soğuk ve yalnızlık. Dallarını hissedemez hale geliyorsun. Kendini hissedemez hale geliyorsun. Gözlerini sıkı sıkı yumup tüm bunların bir hayal, kötü bir rüya, bir kabus olduğunu tekrarlayıp duruyorsun kendine. O kadar üşüyorsun ki, yanmayı buna tercih ediyorsun. Köklerini daha da derine gömüyorsun. Bir kırıntı bulabilmek için, biraz daha dayanabilmek için. Kendine biraz daha hakim olabilmek için. Tam artık dayanamayacağım dediğin sabah bir kuş uçup dallarından birine konup ötüşüyle seni uyandırıyor. Bahar geliyor, dayan diyor. Gözlerini gözlerine dikiyor. Gagasıyla seni dürtüyor, gerçeği hatırlatıyor. Kışın biteceğini anlatmaya çalışıyor. Tekrar baharın geleceğini ve çiçek açacağını hatırlatmaya çalışıyor. Arı dostlarının tekrar geleceğini, belki ara sıra senin gibi meraklı bir insanın bile uğrayacağını hatırlatıyor. Ve o anda anlıyorsun. Bir kışı daha atlattığını. Güneşi hissediyorsun tekrar. Sanki ilk kez hisseder gibi. Ilık yağmur yıkıyor bütün vücudunu, ve ruhunu. Bazen bir gökkuşağı yakalıyor gözün. Güzelliğine hayran kalıyorsun ve O geliyor aklına. Onun güzelliği. Bu güç veriyor sana tekrar, tekrar tomurcuklanıyor dalların. Ve ziyaretçilerin artıyor. Günler gelip geçiyor. Herkes gelip gidiyor. O hariç” Tiradına o kadar dalmıştım ki ne sırılsıklam olduğumun, ne dallarındaki küçücük narların büyüyüp kızarmaya başladığının farkına varmamıştım. Rüzgar daha sert, hava daha serindi. Güneşin önünde bulutlar bir gidiyor bir geliyordu. Hava giderek soğuyordu.
“ – Gitmem lazım biliyorsun değil mi?” dedim kendimi biraz suçlu hissederek.
“ – Suçlu hissetme kendini. Yapman gereken daha çok şey var. Ama tek bir isteğim olacak senden.” Dedi ve dalları kıpırdanmaya başladı. Hiç görmediğim en içlerde bir dal uzandı. Üzerinde iki elimle ancak tutabileceğim kocaman kıpkırmızı bir nar vardı. “bunu al.” Dedi. “İhtiyacın olacak.”
Nar ağacından olgun narı koparttım, çantama attım. Elimi gövdesine koydum. “En iyimiz sensin.” Dedim. En temizimiz. Arkamı döndüm ve motoruma doğru yürüdüm. Kaskımı taktım. Motorumu tam ters çevirip yağmurun içine daldım. Nar ağacının sözleri kulaklarımda yankılanıyordu. Yağmur yıkıyordu beni, bedenimi ve ruhumu. Binaya dönmeliydim. Ve önümde ne kadar olduğunu hiç bilmediğim bir yol vardı. Ve kaskıma vuran her damla, arka tekerimden sıçrayıp sırtımı ıslatan her damla giderek soğumaya başlamıştı. Kış geliyor, eve varmalıyım artık. Ufukta o kesik bina gözüme ilişti. İçeri o ya da bu şekilde girmem gerekecekti. Yeterince oyalanmıştım. Ya da belki her zamanki gibi erken gelmiştim bilmiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder