1 Temmuz 2017 Cumartesi

Kırık Kumsaati - 3

Motosikletimi binanın yanına park ettim. Üstünden indim. Kaskımı eldivenlerimi çıkarttım. Montumu üstlerine örttüm. Çizmelerimle yürümek o kadar zor ve gürültülüydü ki, onları da çıkartıp motorun dimine bıraktım. Pantolonumu çıkarttım, şortumu giydim, hava çok soğuktu. Yine de yırtık converse’imi ayağıma geçirdim. Nasıl olsa dışarda çok oyalanmayacaktım. Binanın tahta merdivenlerini tırmandım. Kapıya uzandım. Kilitli olmasını umuyordum. Değildi. İçeri doğru savruldu kapı, biraz da rüzgarın iteklemesiyle kendimi içeride buldum. Loş bir apartman antresi. Hemen solunda salona açılan kapı. Ayakkabılarımı çıkarttım. İçeriye göz attım. Kocaman dikdörtgen bir salon göze çarpıyordu. Solda yemek takımı. Masif ahşap kare bir masa, üstünde gri plastik bir masa örtüsü. Bazı yerleri kesik, içten beyaz renkli flasterle yamalanmış. Etrafında 8 sandalye, aynı ağaçtan, bej minderliydi. Kapının tam karşısında 3 tane berjer koltuk yan yana konulmuş, yanında dikildiğim tüplü televizyona dönüktü. Sağda ise bir oturma takımı ortasında açık bej mermerden bir sehpa. Oturma takımı kahverengi ve bej çizgili, desenli bir kumaştan. Yarı kadife, yarı kumaş. Kanepenin iki yanında kocaman iki kolon ve o kolonu besleyen müzik seti hemen yanlarında duruyordu. Kanepenin uzak köşesinde küçük bir çocuk ağlıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, arada nefes alması gerektiğini hatırlıyor gibi derin nefesler alıp tekrar ağlamaya devam ediyordu. Çocuk kıvırcık açık kumral saçlı, ela gözlüydü. O kadar çok ağlamıştı ki gözleri kıpkırmızı olmuş, bu sayede yeşilleri daha da ön plana çıkmıştı. Tombik yanaklarını tombik elleriyle siliyor ağlamaya devam ediyordu. Gidip yanına oturdum.
“ – Büyük babam nerede?” diye sordum
“ – Yukarı annemin yanına çıktı.” Diye cevap verdi ağlamasının arasında.
“ – Yanındaydı diye hatırlıyorum.” Dedim. 
“ – Senin geleceğini biliyordu herhalde. Bizi yalnız bırakmak istedi sanırım.” Dedi.
“ – Pekala neden ağlıyorsun?” diye sordum, aslında sorunun cevabını biliyordum.
“ – Çünkü ağlayamadım. Ağlayamıyorum.” Diye yanıtladı. Nefes alışverişi giderek rahatlamaya başlamıştı.
“ – O’nu çok az tanıdın. Annem kadar üzülmemen normal. Annem için daha çok üzüldüğün için suçlu hissetme kendini” dedim. Bakışlarını kaldırıp bana baktı. Ayaklarında kırmızı beyaz ayakkabısı, turkuaz yeşil eşofmanları, yüzüne göre kocaman gözleriyle ilgisini tamamen bana çevirmişti. “Ölümü bile tam olarak anlamıyorsun. Birinin tamamen gitmesinin nasıl bir şey olduğunu. Kafan karışık. Anlamaya çalışma, kendini yıpratma.”
“ – Yıpratmak ne demek?” diye sordu.
“ – kendini suçlayıp üzülmen gerekenden fazla üzülme” diye açıkladım gülümseyerek. “ Önünde bu günü düşünüp üzülecek daha çok uzun günler ve geceler olacak.”
“ – Annemin halini?...”
“ – O görüntü bir an bile gözünün önünden gitmeyecek. Onu her düşündüğünde tam buranda tarifi olmayan bir acı hissedeceksin” dedim elimi, kalpsiz benin elini koyduğu yerin tam üstüne koyarak.
“ – Ne zaman anlayacağım?” diye sordu.
“ – 3 sene sonra. Büyükbabam gittiğinde.” Dedim çok da düşünmeden. Suratı kireç gibi bembeyaz olmuştu. 
“ – B-büyükbabam mı?” dedi yeniden gözleri dolmaya başlamıştı. Ona bunu yaptığım için içimden kendime küfrettim. 
“ – Sanırım anlamaya başladın bile. Önce korkacaksın şimdi yaşadığın duygu gibi. Sonra üstüne düşündükçe, ki emin ol çok çok çok uzun düşüneceksin, bunun böyle olmasının doğal olduğuna karar vereceksin. Büyüklerimizden ödünç aldığımız acıyı küçüklerimize ödünç vermenin en iyisi olduğunu anlayacaksın.”
“ – Korkmayacak mıyım ondan sonra?” diye sordu olanca masumluğuyla.
“ – Korkacaksın, ama korkunun nedeni, şekli ve yoğunluğu değişecek, azalacak, bir mantık kazanacak.” Diye anlatmaya çalıştım altı yaşında bir çocuğa ne kadar iyi anlatabilirsem bunu.
“ – Peki?...” bakışları oturma grubundaki bir koltukta oturup gökyüzü kadar mavi gözleriyle bizi izleyen, diş çıkarttığı için plastik bir şeyler kemiren küçücük sarışın çocuğa kaydı. 
“ – Onun için duyduğun korku asla azalmayacak. Hayatta bir tek onun için bu kadar korkmaya devam edeceksin.” En azından şimdilik diye içimden geçirdim. Küçük kıvırcık saçlı çocuk kanepede ayağa kalktı. Elleriyle kuru olan gözlerimin altını sildi. “O kadar büyüdüğümde bile ağlayamadığım için ağlayacağım demek ki.” Dedi. Kanepeden inip sarışın çocuğun oturduğu koltuğa doğru yürümeye başladı. Sarışın çocuğun masmavi gözleri bir süre bana baktıktan sonra kendi zamanındaki ağabeyine çevirdi bakışlarını. Kenara attı kendini. Altı yaşındaki ben koltuğa tırmanıp onun yanına oturdu. Kollarını ona doladı. Olandan bihaber sarışın çocuk kafasını ağabeyinin göğsüne yasladı. Kendimizle birbirimize son kez baktık. Bakışları teşekkür eder gibiydi. Konuştuklarımız için mi? Burada olduğum için mi? Yoksa başka bir şey için mi? Öğrenmek istemedim. Çantamı sırtıma alıp kapıdan çıktım. 
Karşımda bir merdiven duruyordu. Yukarı çıkan, siyah dar bir merdiven. İkiye ayrılmış gibiydi. Tam ortasına gelince sağa dönüp tırmanmaya devam ettim. Sağımda beyaz bir kapı vardı. Onu açtım. Karşılıklı iki tane tek kişilik yatak iki yatağın arasında terasa açılan bir kapı vardı. Normalde önündeki perde kapalı olurdu. Ama bu sefer perde açık, kapı aralıktı. Kapının aralığından bir kablo uzanmıştı. İçeri belli belirsiz bir sigara kokusu sızmıştı. Kapıdan çıktım. Kablo bir bilgisayarın şarj kablosuydu, bilgisayarda ise Pink Floyd çalıyordu. Wish you were here ve Hey You takılmış kendini tekrarlıyor gibiydi. Bir elinde şarap şişesi bir elinde sigara olan ben terasın korkuluğuna yaslanmış geceye bakıyordu. Gündüzleri adım atacak yer bulunmayan cadde şimdi bomboştu. Hava buz gibi, dışarıda gözüken ağaçların üstlerinde birer karışa yakın kar vardı. Kış gelmiş merdivenleri çıkana kadar diye geçirdim içimden. Bu soğukta yalın ayak bir şekilde geceyi izliyordu. Ayakları bembeyaz hatta neredeyse mavileşmeye başlamış gibi geldi gözüme belki de bilgisayarın ışığından.
“ – Daha huzurlu bir yer olsun isterdin değil mi?” dedim onun yanına geldiğimde. “ Daha az insanın olduğu.”
“ – Hatta kimsenin olmadığı” diye devam etti sigarasından bir nefes daha çekti. “Her gün o kadar zor geliyor ki birileriyle konuşmak zorunda olmak. Birinden bir şey istemek. Ne cevap vereceğini bilememek. Söyleyeceğin şeylerin nereye varabileceğini bilememek. Düşündükçe konuşmaktan vazgeçmek. Kendi başına bir köşede saklanırken yakalanmak. Dalga konusu olmak, sanki ucubeymişsin gibi görmeleri seni. İnsanlarla iletişim kurmak için kendimi zorladıkça içine düştüğüm kuyuyu daha da derinleştiriyormuşum gibi hissediyorum. Bundan nasıl kurtulacağım bilemiyorum. Aslında bir yöntem buldum.” Elindeki şişeyi salladı. “Öyle bakma, epey işe yarıyor.”
“ – Biliyorum, telefonundaki listenin yarısından çoğunu o sayede tanıdın zaten.” Dedim. “O artık denklem dışında”
“ – Karaciğer?”
“ – Hayır.”
“ – Ekonomik?”
“ – Hayır”
“ – Annem?”
“ – Hayır.”
“ – Din deme sakın.”
“ – Saçmalama.” Dedim gülerek. “Din ‘için’ dese bırakması çok daha kolay olurdu hatta.” Diye ekledim gülerek. “Zıvanadan çıktı, o yüzden. Ne yaptığımızı, ne konuştuğumuzu hatırlayamayacak kadar.”
“ – O kadar ha?” Elini omzuma koydu. Biraz acıyarak bana baktı. Sanki ‘birileriyle iletişime geçmeye kendini bu kadar zorlarsan olacağı buydu’ der gibiydi.
“ – Evet o kadar.” Diye yanıtladım. “Diğer elindeki de bitiyor.” Diye ekledim. Bir an sigaraya baktı.
“ – O iyi olmuş. Sarhoş olmadıkça kokusundan uyuyamıyorum bile.” Dedi. “Çok kilo vermişim.”
“ – Evet, düşündüğümüzden daha fazlasını verdik.”
“ – Mutlu muyuz?” diye sordu.
“ – Bilmiyorum.”
“ – Her zamanki gibi yani. Herhangi birini tatmin edecek şeylerden çok daha fazlasına sahibiz.”
“ – Ama kendimize de sahibiz.” Diye bitirdim cümlesini.
“ – Ama kendimize de sahibiz.” Diye tekrarladı arkamdan. Gözleri sol elime takıldı “Bu sefer olacak sanırım?”
“ – Evet.” Diye cevap verdim.
“ – O mutlu mu?”
“ – Mutlu olduğunu umuyorum.”
“ – O’nu mutlu edebiliyor muyuz?”
“ – Umarım edebiliyoruzdur.” Dedim.
“ – Peki şimdi nereye?” Diye sordu uzun bir sessizlikten sonra. Arada 2 sigara daha yakmış şarabı bitirip çatıdaki poşetten bir bira açıp içmeye başlamıştı.
“ – Son birine daha uğramam lazım. Ona bir şey vereceğim. Sonra da gitmem lazım buradan artık. Yoksa az önce sorduğun soruya çok daha net ve olumsuz bir yanıt vereceğimden eminim.” Dedim kendimden çok kendime.
“ – O zaman yakında görüşeceğiz tekrar.”
“ – Evet, tekrar. Belki de…” bir an duraksadım
“ – belki de son kez.” Diye bitirdi cümlemi.
Kendimi ihtiyacım olan yalnızlıkla tek başıma bıraktım. Bıraktım ki gecenin sessizliğini yaşayabilsin. Düşüncelerin fısıltısının acı çeken bir insanın haykırışları gibi duyulduğu saatlerin tadına varabilsin. Çantamı sırtıma aldım, terasın kapısından geçip kapıyı kapattım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder