3 Temmuz 2017 Pazartesi

Kırık Kumsaati - 4

Arkamı döndüğümde bir yatak odasındaydım. 1 buçuk kişilik siyah başlıklı bir yatak. Başında kırık siyah bir komodin ve onu zeytin yeşili duvara sabitlemesi gereken cıvatalara asılmış telefonun şarj kablosu gözüme çarptı. Başım ellerimin arasında yatağın kenarında oturuyor stres ya da heyecan, korku daha çok. Tarifi olmayan bir çok duygu üstünden boşaltılmış gibi sırılsıklam, kan ter içinde. Ne yapacağımı bilemediğim zaman yaptığım gibi tırnaklarımla oynuyor. İçeriden bir ses gelmiş olacak ki başını kaldırıp “Birazdan iniyorum” diye bağırdım. Çantamı sırtımdan indirdim. Yatağa yanına oturdum. Dışarıda kuşlar bir şenlik kopartıyordu adeta. Haziranın ortası, hava bir harikaydı. O soğuk ve yalnız kıştan sonra, bahar ısıtmaya başlamıştı odayı.
“ – Ne yapıyorum ben?” dedi panik içinde.
“ – Evleniyorsun.” Dedim aslında sorduğu sorunun cevabının bu olmadığını bilerek. Sol elimdeki yüzüğe baktım, onun sağ elindeydi henüz. Biraz daha az çizilmişti.
“ – Yapabilecek miyim?”
“ – Fena olmayan bir düğününüz olacak. Yağmur yağacak. O biraz üzülecek, ama sonunda güzel olacak. Bütün gece dans edilecek. Eğlenecek insanlar. Biraz kaos. Bizden farklısı beklenir miydi zaten?” Bu son söylediğim onu biraz gülümsetmeyi başarmıştı.
“ – Hayır benim sormak istediğim…”
“ – Ne sormak istediğini çok iyi biliyorum. Bu soruların cevabını bilmediğim için sana bildiklerimi söyleyebiliyorum sadece. Bir de sana bir hediye getirdim. Şüpheye düştüğünde sana güç vermesini umduğum bir şey.”
“ – Nasıl yani cevabını bilmiyorsun?” dedi. Sanki diğer söylediklerimi hiç dinlememiş gibiydi.
“ – İyi bir koca olup olamayacağını iyi bir baba olup olamayacağını, baba olup olamayacağını, O’nun mutlu edip edemeyeceğini, sonunda mutlu olup olamayacağını bilmiyorum. Burada olmamdan bunları anlayamayacak kadar mı panik içindesin?” diye sordum.
“ – Evet sanırım. En azından şunu söyle…”
“ – Evet paniğin geçecek. Alışacaksın bir süre sonra. Sonra ama tekrar gelmeye başlayacak tüm bu düşünceler. Yapabiliyor muyum? Yetebiliyor muyum? Mutlu edebiliyor muyum? Bu şüphe yerini hayır olmuyor! Paniğine bırakacak. Ve sonra o da geçecek. Tıpkı mevsimlerin gelip geçtiği gibi. Ve tekrar gelecek.”
“ – Hiç değişemeyeceğiz değil mi?”
“ – Onu da bilmiyorum. Yalnızlığı özlerken O’nu da özleyeceksin. Bazen tek başına ortadan ikiye ayrılacak gibi olacaksın. Bazen ikiniz bir bütünmüşsünüz gibi hissedeceksin.” 
“ – O’nu yoracak mıyız?”
“ – Korkarım evet. Şu an burada geçirdiğim her an onu yoruyor, endişelendiriyor.”
“ – Gitmelisin o zaman.” Diye cevap verdi. Konuşma boyunca giderek sakinleşmiş, sesi daha kararlı yüz ifadesi daha alışıldıktı. Çantama uzandım, içine koymuş olduğum kocaman olgun kıpkırmızı narı çıkarttım ve benden biraz genç bana uzattım.
“ – Bu nedir?” diye sordu, aklı biraz karışmış.
“ – En iyi yapabildiğin şey.” Dedim. “ 2005’ten beri en iyi şekilde yapabildiğimiz gibi.” Gülümsedi, ne olduğunu anlamıştı.
“ – Teşekkür ederim.” Dedi, artık çok daha iyi ve kendinden emin gözüküyordu. “Ne olursa olsun en iyi yaptığım şeyi yapmaya devam edebilirim.” Dedi
“ – Evet” dedim “onu hep çok seveceksin.” 
“ – Hadi git artık. Teşekkür ederim.”
“ – Tekrar görüşünceye kadar, bize iyi bak.” Dedim, içinde 2 kırık ayna parçası olan çantamı sırtıma alıp kapıdan dışarıya adımımı attım. Binanın Önünde, tahta merdivenlerin tepesindeydim yine. Merdivenleri teker teker indim. Motorum bıraktığım yerde beni bekliyordu. Hava ne kadar sıcaktı. Üstümdeki t-shirtü çıkarttım. Etrafta kimse yoktu zaten. Şortumu da indirdim. Montumu sırtıma geçirdim. Pantolonumu altıma. Yazlık eldivenlerimi taktım. Kulak tıkaçları da tamam. Kaskımı taktım. Motorumun üstüne bindim. Uçurumun yanına kadar dikkatli bir şekilde yanaştım. Beni oradan uzaklaştıran rüzgar son kez vurdu yüzüme. Uçurumdan aşağı kıvrılarak inen yolu gözüme kestirdim. İnebildiğim en aşağıya inmeliydim. Yola koyuldum. Belki yıllar sonra, belki birkaç kalp atışı, belki birkaç ömür sonra. Sonunda zemine varmıştım. Dönüp uçuruma baktım. Ne kadar da heybetli bir dağın son faleziymiş sadece. Biraz hayal kırıklığı yaşasam da, yolculuk çok keyifliydi. O kadar çok tanıdık yüz gördüm ki yolda. Yıllar önce silinip gitmiş bir çok tebessüm. Ya da gözyaşıyla kayganlaşmış yollar. Değişik ağaçların yanından geçtim, üstünde jiletler asılmıştı bazılarının, bazılarında ise bir dolu ilmik ve uçlarında renkli hayaller. Bunlardan çok daha eğlenceli bahçelerin yanından geçtim, mangalda sucuk kokuları, esen rüzgarda o son saniye üçlüğünün fileden geçerken çıkardığı ses gibi ses çıkartan bitkilerin olduğu keyif dolu bir bahçe. Bir ananas bahçesi. Büyükbabam el salladı, yüzündeki ifade öfke mi yoksa gurur mu seçemedim. Dayım oradaydı, onun yüzünde gurur olduğuna eminim.  Tanıdığım bir çok yüz el salladı. Bazıları beni görünce tükürdü birisi hatta bir taş alıp attı, neyse ki ıskaladı. 
Sonunda iniş bittiğinde sırtımı dağa verip devam etmem gerektiğini biliyordum. Dağı uzun süre inceledim. O falezin kıyısında  o garip kesik ev duruyordu. Ona uzun uzun baktım. Motorumu çevirip yola devam ettim. Ta ki karşımda ki kalın camı görene kadar. Yavaş yavaş motosikletimi durdurdum. Sonra bir süre camı soluma alıp ona paralel yürüdüm. Her adımımda 10 adım duyuyordum. Arkamı dönsem karşılaşacağım manzarayı çok iyi bildiğim için dönmedim. Bütün benler, beraber yürüyorduk camın kıyısında. Geçmişin kıyısında. Motosikletimden yeteri kadar uzaklaştığıma emin olduktan sonra çantamı çıkarttım. İçinde kırık ayna parçalarını çıkarttım. Sivri olanını seçtim, Diğerini ise cebime koydum.  Hava çok sıcaktı. Önce paltomu çıkarttım. Sonra pantolonumu, botlarımı. Sadece donumla, neredeyse çırılçıplak kalmıştım camın önünde. Bir süre kendime baktım. 
Suratım çarpılmış, çok büyük bir yaralanma, bir kaza atlatmış ve sonra iyileşmiş gibiydi. Bir çok yönde yarıklar zar zor toparlanmış gibi. Rahatsızlık verici bir manzara. Aklıma Vanilla Sky geldi. Belki de yıllar sonra ilk kez kendime bakarken gülümsemiştim. Ve bunun nedeni yine ben değil, güzel bir film ve Penelope Cruz’du. Ve onla ilgili yazdığım yazı, uçuşarak göğsüme yapıştı. Kağıdı kaldırıp yazıya şöyle bir göz gezdirdim. Vanilla Sky’yı izledikten 10 dakika sonra yazmaya başlamıştım bunu. Gözlerimi yazıdan kaldırdığımda göğsümdeki yara izi ilişti gözüme. Tam kalpsiz benin dokunduğu yerde. Uzun bir yara izi. Kesip açmayı becermişim belki de, sadece söküp atamamışım. Ellerimi göğsümün üstünde dolandırırken sol elimin ve sol dizimin hemen üstünün, siyah beyaz olduğunu fark ettim. Hiçbir renk yoktu. Gri tırnaklar, aynı ruhsuz bendeki gibi. Siyah beyaz bir diz. Cama biraz daha yaklaştım. Gözlerimin altında yıllarca akamamış bütün göz yaşlarının izini gördüm. 6 yaşında benin dokunduğu yerde. Kollarıma baktım, içi ağaç kabuğu gibi olmuştu. Nar ağacına sarıldığım yerler. Cebimden aynayı çıkarttım, kendime ayırdığım kısmına bakmak için. Yine oradaydım. Ama araba gitmişti, motor da, takım elbise, gitar, şarkılar. Sadece gülümseyen bir surat. İçten bir şekilde gülümseyen bir surat bana bakıyordu. Onu tekrar cebime koydum. Sağ omzumda karanlık bir el izi gördüm. Sürekli gece, sürekli sükunet, sürekli yalnızlığı hatırlatan, onu çağıran. İşte aynaya her baktığımda tüm bunları görüyorum. O yüzden dişimi fırçalarken aynaya bakamıyorum. Aynalardan korkmamın nedeni korku filmleri değil. Bu manzara. Tüm bu garip yaralar, ve daha sayısız küçükleri. Kapandığı varsayılan ama her aynaya baktığımda olduğu yerde duran. 
Elimi cama dayadım. Aynanın sivri yanını başparmağım ve işaret parmağımın arasına yerleştirdim. Ve aynayı büyün gücümle ittirdim camın içine doğru. Önce Küçük bir çizik, sonra çatlak, giderek büyüdü, bastırdığım yerden tabana ve yukarıya doğru hızla büyüyordu.  Son kez bütün gücümle aynaya bastırdım ayna ellerimde un ufak oldu. Ama camı da parçalamıştım. İnanılmaz bir hava akımı şimdi kırıktan dışarı doğru akmaya başlamıştı. Ellerimden kan süzülüyordu ama kırık camı yapabildiğim kadar genişletmeye çalıştım. Çamı çıplak ellerimle parçalamaya devam ettim. Sonunda arkamı döndüm. İşte orda, paramparça ben duruyordu. “Teşekkürler” Dedi. Katır kutur ede ede sarıldı bana üstümü başımı kan revan içinde bıraktı ve yarıktan çıktı. Çıkar çıkmaz kum tanelerine dönüştü ve oraya yığıldı. Bardaki ben elinde birasıyla geldi. “Yanıma gelmediğin için teşekkür ederim” dedi. Ve o da kuma dönüştü. Kalpsiz ben göğsünde korkunç bir boşlukla ve nefret dolu yüzünde minnete ne kadar yakın bir ifade olabilirse öyle bir ifadeyle karşımda dikildi. Başıyla selam verip çıktı. Siyah beyaz ben olanca mükemmelliğiyle geldi “Elveda” dedi ve çıktı. Şişman sivri dişli ben geldi. Salyalarını diliyle temizlemeye çalıştı. “Yine de BMW’yi düşün” dedi. Gülümsedi ve çıktı, kum oldu. Nar ağacı ağır ağır geldi. “En güzel meyvemi en güzel yere götürdüğün için teşekkür ederim” dedi. Kanayan elimi sıktı ve çıktı. 6 yaşındaki ben yanıma geldi. “Artık ağlayabiliyor musun?” dedi. “Daha değil” dedim. Cebimdeki aynanın son parçasını çıkartıp ona verdim. “Bunu sakın yanından ayırma. Yalanlarla büyütme” dedim. “Elimi tutar mısın geçerken?” diye sordu. Elinden tutup geçirdim.  Yalnız ben geldi. “Umarım tekrar bir olmayız” dedi sadece. Cevap vermemi beklemeden geçti ve kum oldu. Son olarak evlenmek üzere olan ben geldi. Boynuma sarıldı. Elinde tuttuğu narı gösterdi. Gülümsedi ve dışarı çıktı. Karık neredeyse motoruma kadar ulaşmıştı. Koşarak motoruma atladım, yarıktan geçtim ve durdum. Eğilip yerde duran kırık kum saatini aldım. Kumun altına elimi koydum. O kumların parmaklarımın arasından geçişini izledim. Sonra kum saatinin üstünde kalan kum miktarına baktım... 

Gülümsedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder