10 Mart 2016 Perşembe

Albatros

Hayatımın bir şeyler yazıp anlatmaya çalışma kısmını geride bıraktığımı sanıyordum. Hatta öyle olduğuna alenen inanıyordum. Ki yanılmışım besbelli. Konuşmak da güzel. Konuşmak da eğlenceli. Ama gel gör ki bu daha rahat gibi. Çenen yorulmuyor. Sadece bu değil tabii backspace tuşu yok konuşurken. Dilin sürçtüğü an yandın. Eğer basit bir dil sürçmesiyse “hayatımın bir şeyler yazıp anlatmaya kısmını geride bıraktığımı sanıyordum.” Yerine “Halımın bir şeyler yazıp anlatmaya çalışma kısmını geride bıraktığımı sanıyordum.” Dersen 2-3 dakika eğlenilir. Sonra unutulur. Bir yudum bira içilir kaldığın yerden devam edersin.  Ama “Hayalarımın bir şeyler yazıp anlatmaya çalışma kısmını geride bıraktığımı sanıyordum” dersen işte 1 sene konuşulur hayalarınla yazdıkların. Ama dilin sürçtürmeyip aklına geleni içinden geçen pat diye söylersen. O minicik “pat”ın kopardığı patırtı hiç de düşündüğün kadar küçük olmuyor. Sayfada durduğu kadar da tatlı durmuyor.

Ahkam keseceğim şey bu değildi. Dediğim gibi artık yazıp kendimi açıklama çabasının yerini okuyup açıklananı anlama derdi aldı gibi bir düşünce içindeydim. Böyle de ölürüm diyordum. Ölmedim. Sonuç olarak çok çok uzun zaman oldu ve anlatılacak birçok mesele birikti. Son 3-4 yılda başımda geçen her şeyi bir anda anlatsam, değişeni değişmeyeni söylesem buda ne sıkıcı olurdu dimi? Bundan sonra yazdıklarımı okumazdınız. Çünkü arkalarda merakından ölenleri (!) görüyorum. Ölmeyin anlatacağım. Ama estikçe, zira çok fazla şey oldu. Hayatım, korkaklığımla sınırladığım hayal gücümün olası iki sınırı arasında farkına yeni yeni varabildiğim bir hızla salınıp duruyor. Kararsızlıklarımdaki tutarlılığım verdiğim kararların heyecanlı olduğu kadar doğru olmasını sağladı şimdiye kadar. Ki bu konuda övünmeyi hak ettiğimi düşünüyorum. Düşünmesem övünmezdim zaten. 

Son zamanlarda dediğim gibi “üstat ne anlatmaya çalışmış” tutumundan aklımda kalan 2-3 şey var. Sen ne kadar kasarsan kas, kelimeleri o biçim kullan, cümlenin önünü arkasına arkasını önüne koy. Bütün romanda bir kelimeyi sadece bir kere kullan gerisinde öyle geniş bir kelime dağarcığın olsun ki hep eş anlamlılarını kullan. Ne yaparsan yap kurgu sik gibiyse yazdığın sik gibi oluyor akılda da bu kalıyor. Bu ilk aklımda kalandı. Bunun yanında insanı korkutmanın çok farklı yöntemleri olmadığı, korkunç hikayelerin temel öğelerinin doğa dışı şeyler olduğuna emin oldum. Eğer eldeki “doğa dışılık” yetersizse kendi “doğa dışılığını” yaratmak gerekiyor bkz. Lovecraft. Newton gibi ama daha anlaşılır. Ve son olarak aklımda en taze olan ve asıl tekrardan beni bilgisayarın başına oturtan: yazmak için ille de aklında bir şey olmasına gerek yok. Bu da rüyasında gördüğü kovboya inat hiçbir şey hakkında yazabileceğini ve bunun çok da zor olmayacağını kafasına koyan yaşlı bir kadından kaptım. Ah keşke daha önce tanısaymışım seni. Sanırım müziğine de bayılırdım belki o zaman. Bu kadar çok seven var. Ama insanın bazı zevkleri hiç değişmiyor.  Mümkün olduğu kadar çok gürültü patırtı olmadan keyif alamıyorum çoğunlukla müzikten. Buna karşın en çok bu yaşlı kadının hayatı ve yazdığı “hiçbir şeyler hakkındakiler” etkiledi beni.

Konu ucundan müziğe değdiğine göre asıl yazmayı tasarladığım konuya giriş yolum ardına kadar açılmış vaziyette. Daha önce de hiç söylemekten kaçınmadığım gibi müziksiz geçebilecek bir gün düşünemiyorum. Atıl geçmeye aday her zaman kırıntısını notalara bulayıp nehre bırakmayı hayatımın kaçınılmaz bir parçası haline getirdim taşınabilir ilk kasetçalarımı aldığım günden bugüne kadar. O zamanlar biraz heves biraz annemle babamın iteleme kakalamasıyla gitar kursuna gidiyordum. Bir süre sonra gitar çalmanın aslında havalı bir şey olduğunu fark ettim. Ki bu farkındalık da epey uzun süre gerek eylemlerim gerek söylemlerinde kendini hissettirdi. Daha sonrasında gitar çalmaktan daha da havalı bir şey buldum! Davul çalmak. Benden ayrı kaldığınız 3-4 sene boyunca çılgınlar gibi davul çalıştım ve şimdi üstat oldum olacağım diyebilmeyi çok isterdim ancak bu 3-4 sene farklı davul ekipmanları alıp gökten vahi bekleyerek geçti. 1 ay önce davul dersleri almaya başladım ama. Şimdi de çılgınlar gibi çalışıyorum gerçekten. 4 sene geriden gelsem de hayallerimden, gerçekten işin büyük bölümü –üstümdeki deli saçması ataleti atmak- tamam. Şimdi çok çalışıp öğrenmesi kaldı. O kolay olacak demiyorum ama evden çıkabilmem 4 sene sürdü ondan daha zor olamaz herhalde? Her neyse yıllardır içimde yeşeren hatta bildiğin kütüklü mütüklü ağaca dönüşen bu davul sevgisi bana gitar dönemimde de yaptığım bir şeyi fark etmemi sağladı. Ben bir şarkıyı dinlerken son 1-2 ay iyice yoğun olmakla beraber geride bıraktığım birkaç senedir şarkıların sadece davullarını dinliyormuşum. Ondan öncesinde de sadece gitarları ya da basslarını dinliyormuşum hangisi o dönemde daha çok ilgimi çekiyorsa.  Bu kadar çok şarkı sözü biliyor olmam - ki emin olun çok fazla biliyorum – tamamen çeşitliliğe yeniliğe bu konuda ne kadar kapalı olduğumun göstergesi sadece. Aynı şeyleri sayısız kez tekrar tekrar her ruh halinizde dinlerseniz siz de çalanların hepsini ezbere söyleyecek hale geliyorsunuz.  Demem o ki birçok farklı irili ufaklı melodinin birleşimiyle, bin bir zorluk ve özenli seçilmiş kelimelerle - üstüne alınma serdar ortaç - yazılmış sözlerle tamamlanmış, beğenilmiş kaydedilmiş şarkıların sadece beni ilgilendiren kısmını dinliyor. Geri kalanına sanki o kısım için katlanıyor gibiymişim yıllardır. Ya da hiç varlığından haberim bile olmadan binlerce kez kulaklarıma dolup dolup boşalmışlar. Başımı bütün dikkatimi verdiğim yerden kaldırıp bir kerecik geri yaslanıp tamamına baktım şarkılarım - Patti buna senin kitabın yol açtı, teşekkürler – ve aslında ne kadar çok şeyi kaçırdığımı fark ettim bunca zaman. Bu yüzden yıllardır dinlediğim ezbere çalıp söylediğim şarkıları sanki ilk defa dinliyormuşum gibi hissettim yakın zamanda. Sadece – kesinlikle daimi olmamak kaydıyla - bir adım geride durarak. 

İşte tam bu noktada tökezleyip istediğimden daha fazla adım attım sanırım geriye doğru. Bahsetmişimdir, kesin bahsetmişimdir, çok dengesiz yürüyen birisiyim düz yolda yürürken bile. O yüzden geri geri adım atmaya çalışırken kendi kendime dolanıp gereğinden fazla geri doğru açılmam hatta düşüp kafamı yarmam son derece olasıydı. Ki tam da bu paragrafın başında belirttiğim gibi fazlasıyla açıldım. Üzerine eğilmiş olduğum “müzik” klasörümden hızla uzaklaşırken tepesinde istediğiniz lisanda eşşek (evet 2 ş’yle) kadar “HAYAT” yazan kitaplıkla banka kasası karışımı şeye kafamı oradan oraya savurmadan bakabileceğim bir mesafeye kadar yuvarlandım. Bu yolculuk sırasında çarpıp yıkıp döktüğüm şeylerse daha sonraki yazıların konusu. 

Sonuç kendi hayatımın dışına yuvarlanıp çıkınca biraz canım sıkıldı. O garip kitaplıksı şeyin %70’i en az renksiz çok kötü sıkıcı iğrenç bir bej rengi klasörlerle doluydu. Hepsinin üstünde kocaman “İŞ” yazıyordu. İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA –belki eğlence- İŞ İŞ İŞ İŞ İŞ PARA ve aynen böyle devam ediyordu. Geri kalanı çok eğlenceliydi. Küçücük bir Victor Hugo çıkmış bana el sallıyor beni Harfleur’e davet ediyordu ellerinde çiçekler sanki Léopoldine’in mezarına yalnız gitmek istemiyor, ona eşlik etmemi istiyor gibiydi. Birkaç sıra altında Syd elinde bir gitarla oturmuş eminim uğursuz bir şeyler tüttürüyor, başıyla beni selamlıyor Kurzweilinin başına yeni geçmiş olan Richard’a dönüp eski günlerdeki gibi bir şarkıya başlıyorlardı. Biraz ötede Magiz Johnson Larry Bird’le şakalaşıyor majesteleriyle adeta ortada sıçan oynuyorlardı. Kızıl saçlı bir adam sinirli sinirli kulağını ararken kırmızı boya kemiriyordu. Ona inanamaz gözlerle bakan Monet St. Lazare garına buhar üstüne duman, duman üstüne sis ekliyordu. Yukarda orta yaşlı bir alman yanına göze batan masmavi ceketli parlak sarı pantolonlu genç bir almanın imkansız aşkı ve buna bağlı acılarını yazıyordu. Bir gurup çılgın İngiliz vücutlarına geçirebildikleri bütün siyah deri kıyafetleri geçirmiş metal, gece, kadınlar, şimşekler, elektrik akımları üzerine çılgınalar gibi şarkılar söyleyip motosiklet sürüyorlardı. Bunların Yahuda’yla ilişkilerini gözden geçirmeyi aklımın bir kenarına not aldım bile. 

Ben tüm bu renkleri bu hareketliliği görmek beni aslında biraz olsun o kitaplıkımsı şeyin vızıkladığım kadar kötü olmadığını itiraf etmeme yetti. Ama işte içim acıdı. O sıkıcı bej rengin içine bu kadar gömülüyken, tüm bu renkler geçip gidiyordur. Bir trenin durmadan hızla geçtiği küçük bir duraktaki yüzler ve renkler gibi birbirine karışmış. Bu karışıklık yüzünden beje çalan bir şekilde geçip gittiklerini fark edince yaşadığım sinir ve huysuzluk halini tarif etmem pek kolay değil. Keşke her farkındalık yanında çözümle beraber gelseydi. Kendimi işte tam bu noktada Pink Floyd’un emtpy spaces şarkısına sıkışmış kalmış hissediyorum. Ki emin olun The Wall’da içinde sıkışıp kalmak isteyeceğiniz hiçbir şarkı yok. Eğer izlemediyseniz filmini izleyin. Orada duvardan taşan BMW ve Mercedes’i görünce aklınıza ansızın ben geleyim. Nereden alındığı meçhul bir gözlükle o lüks arabalar salyalar saçarak bakarken hayal edebilirsiniz beni. İşte her sabah alarmın sesine uyandığımda küfretmemin nedeni o görüntümdür. Uykumu alamamış olmak değil. 

Yazıya başlık bulamadığım zaman başlık bulma aşamasında ne dinliyorsam o şarkının adını ya da şarkıda geçen bir kelimeyi koymayı uygun görüyorum. Öyle yapmasam yazılarımın isimleri düzenli olarak Çorba, Çorba-2, Çorba-3… Çorba-n şeklinde olacaktı muhtemelen. Dinlediğim şarkı Pink Floyd-Echoes’dur efendim. Bu şarkıdan habersizseniz az önce bahsinin geçtiği yeri kopyalayıp youtube’a yazınız. Albatros kelimesi bir anda kulağıma çok hoş geldi. Esasen martının büyüğü. Hayatımda ilk albatrosumu 10 yaşımda son albatrosumu ise 10 buçuk yaşımda gördüm. Ondan beridir martıyla yetiniyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder