2 Mart 2016 Çarşamba

Kaçma - Bölüm III-IV

III

Gözlerimi açtım. İşte bu çok tuhaftı. Bu sefer ne bir ses ne de bir rüya hatırlıyorum. Nabzım ve nefes alış verişim normaldi. Sadece öylesine uyanmıştım karanlığın içine. Kafamı tembel tembel döndürüp saate baktım. Saat yine 4ü biraz geçiyordu. Hayal kırıklığı ile gözlerimi kapatıp tekrar bakışlarımı tavana diktim. Üç gece üst üste birbirine çok yakın saatlerde uyandırılmıştım. Hoş bu sefer hangi gizemin beni uyandırdığını henüz çözememiş olsam da yıllardır deliksiz uyuyan ben için bu durum gerçekten çok tuhaf ve sinir bozucuydu. Hazır uyanmışken tuvalete gideyim bari diye düşündüm ve kalktım ayağa.
Koridora adımımı attığımda yine bütün vücudumda 2 gece önceninkine benzer bir ürperti hissettim. Hava çok soğuktu ve yatağın sıcak kavrayışından dışarı çıkmak üşümeme neden olmuştu belli ki. Banyoya girdim, yalnız yaşadığım için kapıyı kapatmak gibi bir refleksim yoktu. Sırtım kapıya dönük işimi gördükten sonra sifona bastım. Sifona basmamla beraber evin içinde garip bir hareketlenme oldu. Sifonun sesi duyulur duyulmaz antreden yine bir patırtı duydum ve yine hızlı ve hafif ayak sesleri. Bu beklenmedik sesler üzerine irkilip olduğum yerde sıçradım ve ağır ağır arkamı dönerken sanki açık kapıdan gözümün ucunda bir hareket yakaladığımı sandım. Bir yay gibi gerilmiştim ve o hareket son nokta olmuştu. “Kim var orda” diye titrek bir şekilde geceye seslendim. Sesim olmasını istediğimden çok daha cılız ve korku dolu çıkmıştı. Cevap yoktu. Yavaşça tıraş makinasına uzandım. Daha önceki girişimlerinden birinde usturayla bileklerimi kesmeye çalıştığım için evime ustura almam yasaktı. En kötü tıraş makinasını kafasına atıp şaşırtırım gibi amatörce bir taktikle yavaş yavaş ışıktan karanlığa, banyodan koridora doğru yürümeye başladım. Çıkışa 2 adım kala tekrar, bu sefer daha güçlü bir sesle “kim var orda?” diye tekrarladım. Yine ses yoktu.
Evdeki bütün ışıkları açtım. Birinin girip çıkabileceği bütün pencereleri, kapıları hatta delikleri bile tek tek elimde tıraş makinasıyla inceledim. Sadece dün sinirle duvara iliştirdiğim duvar süsünün tekrar yere düşmüş olduğunu gördüm. Sadece bir tesadüf eseri böyle bir gürültü kopmuştu belli ki evde. Bu da yine yukarıda komşumun çocuğunu uyandırmaya yetmişti. Yine de gözüme takılan hareket sürekli ürpermeme neden oluyordu. O hareketi o anın gerginliğiyle hayal mi ettim? Yoksa evimden bir kemirgen ailesiyle beraber mi yaşıyorum? Her iki düşünce de beni birbirinden daha çok rahatsız ediyor. Eğer hayal ettiysem son dönemdeki anlamsız stresimle ilgili doktorumla görüşmem gerekiyor. Ve işi şansa bırakmamak için yarın işten dönerken birkaç fare kapanı almaya karar verdim.
Az önce yaşadıklarımın gerginliği üstümden atmak bana uykumun geri kalanına ve yarım pakete yakın sigaraya mal oldu. Sabah kendime kahve demledim ve demlenmesini beklerken tıraş olsam iyi olur gibi geldi. Akşam doktoruma uğramayı planlıyordum ve kendime bakmamın içinde bulunduğum ruh halinden kurtulmam için ilk adımlardan biri olduğunu düşünüyordu. Ben de sırf bu konuyu tekrar tekrar anlatmasın diye onla buluşmadan önce tıraş olup öyle gidiyordum. Ayriyeten arkadaşım diyebileceğim tek insanın karısı olsa bile son 3 küsür yıldır konuştuğum tek kadın oydu ve bir kadınla buluşmaya giderken en ilkel içgüdülerim beni biraz daha düzgün gözükmeye zorluyordu. Tıraş olmak için tıraş makinasına ihtiyacım vardı ama tıraş makinası görünürde yoktu. Gece bütün evi didik didik ederken tıraş makinasını yanımda taşıdığımı hatırlıyorum ama en son bıraktığım yeri bir türlü hatırlayamıyor bu nedenle de lanet makinayı hiçbir yerde bulamıyordum. Sonuç olarak kaderime razı bir şekilde tıraş olmadan evden çıktım. 1 saatlik seansın 15 dakikası neden bu kadar perişan gözükmemem gerektiği üzerine uzun bir nutukla geçecekti.

IV

O gittiğinden beri -ve ben arka arkaya kendimi öldüremediğimden beri- her yere yürüyerek gitmeye başlamıştım. Zaten çok da büyük olmayan bir şehrin çok merkezinde bir yerde oturuyordum. İşe ya da markete ya da bara ya da kendimi atıp öldürememek için asma köprüye yürüyerek gidebiliyordum. Bu yüzden yıllar geçtikçe artık yürüyüş yapmaktan keyif almaya başladım sanırım. İlk başlarda vücudumdaki nefreti ve öfkeyi kusup şehrin gürültüsüne boğmak iyi geliyordu. Ama yürümeyi sevmeye başladığımı fark ettiğimden beri –bunu doktoruma söylediğimde çok mutlu olmuş hatta sarılıp kocaman bir öpücük kondurmuştu yanağıma- müzik dinleyerek yürümeye başlamıştım. Çok şiddetli ve sert şarkılar dinliyordum, dönem dönem de çok yavaş ve acıklı şarkılar dinliyordum. Bunun sonucu genellikle başarısız bir girişim oluyordu evet. Ama doktorum müzik dinlemeye başladığımı duyduğunda yine çok mutlu olmuştu. Bu sefer sarılıp öpmemişti ve küçük bir hayal kırıklığı hissetmiş olsam da çok da umursamamıştım.
Yine yürüyordum, şehrin sokaklarında ama başımı kaldırıp baktığımda çok tanıdık yerlerde olduğumu söyleyemeyeceğim.  Şehrin bu kadar eski sokakları olduğunu bilmiyordum bile. Şehrin bu kadar eski olduğunu bile bilmiyordum. Bildiğim kadarıyla ikinci dünya savaşında çoğunluğu yıkılmış ve yeniden yapılmıştı. Ve bu da şehrin en fazla 70 yaşlarında olduğu anlamına geliyordu. Ama bu evler sanki asırlar öncesine ait gibi duruyordu. Köşelerinde korkunç gargoyllar, inanılmaz incelikte taş işlemeleri ve bir dönemler çok şık ve gösterişli oldukları belli olan pencereleri vardı. Pencerelerin çoğu kırılmıştı ve bazıları tahtalar ile kapatılmıştı. Bir zamanlar beyaz olduğunu tahmin ettiğim duvarların üstü yosun gibi hastalıklı yeşil siyah bir balçıkla kaplanmıştı. Sanki binalar bir zamanlar canlıymış ama ölmüşler ve hatta çürümeye başlamışlar gibi eğilip bükülmüşlerdi. Garip bu kadar çürümüşlüğün ortasında hiç koku almıyordum.
Bu yaptığım yürüyüş beni gittikçe tedirgin etmeye başlamıştı. Bu kadar terkedilmiş bir yerde kendimi rahat hissetmiyordum. Bırakın kaldırımlarda ya da yolda bir insanı uçan bir kuş ya da salınan bir kedi bile yoktu ortalıkta. Adımlarımı yavaşlattım ve içimdeki korkunun biraz daha baskın gelmesine izin verdim. Rüzgar esmiyordu ama kırık camların arkasındaki tüller hareket ediyor gibiydi. Kulağımdaki kulaklıklarımı çıkarttığımda buranın ne kadar sessiz olduğunu fark ettim. Kafamı kaldırdım, hava kararmaya başlamıştı. Bütün gün yürümüş olamazdım. Burasıyla ilgili içimde gittikçe büyüyen bir tedirginlik hissetmeye başlamıştım. Sanki görme duyularım dışında hiçbir duyum işe yaramıyordu. Sokağın ortasındaydım hiç bir şey duymuyor, hiçbir koku almıyor ve hiçbir şey hissetmiyordum. Terlememiştim, hava ne sıcak ne soğuktu. Sıcaklık rahatsız edici şekilde mükemmeldi. Işık da ne gözlerimi yoracak kadar azdı ne de gözlerimi kısmamı gerektirecek kadar parlak. Kıpırdayan tüller dışında hiçbir hareket fark edemiyordum. Mükemmellik çok boğucuydu. Ben de en azından tüllerin hışırtısını duyabilmek için bu zaman durmuş gibi gözüken sokakta sabit durup dikkat kesildim.
Şıp, şıp, şıp, şıp… Ne kadar uzak olduğunu anlayamadığım bir yerden bu damla seslerini duymaya başladım. Mutlak sessizliğe rağmen çok hafif bir sesti ama nereden geldiğini tahmin edebiliyordum. Birkaç yüz adım ileride, sokağın sonu gözüküyordu, ses sanki oradan geliyordu. Bütün duyularım bütün içgüdülerim geri dönüp koşmamı bana haykırıyordu. Bu uğursuz yerden gitmemi bağırıyordu bilincim bana sürekli. Ve ben de bu dürtülere karşı gelinmemesi gerektiğini bilecek kadar film izlemiş ve kitap okumuştum. Anlatıcının başına ne gelirse olağan dışı bir yerde uyanan insanlık dışı meraktan gelirdi. O yüzden arkamı dönüp yere bakarak koşmaya başladım. Sağa sola bakmamak için gözlerimi birbiri ardına öne fırlattığım ayaklarıma sabitledim. Ne perdelere ne o uğursuz evlere ne de bu sokaktaki başka bir şeye bakamamaya çok kararlıydım. Ama keşke baksaydım.
Koşarken hiç ama hiç yorulmadığımı fark etmem biraz süre almış olacak ki ayaklarımın altındaki asfalt zemin kendini yemyeşil çimlere bırakmıştı. Bu çimler ne kadar da tanıdık geldi. Rengi, parlaklığı ve yumuşaklığı. Sanki daha önce burada koşuşturmuş gibiydim. Yıllardır günde 2 paketten fazla sigara içiyordum, ve doktorum buna karışmasa bile kocasıyla beraber bu duruma üzülüyorlardı. Birkaç kez konusu açılmış beni doğa yürüyüşüne davet etmişlerdi. Sanırım adam da benden daha iyi durumda değildi, ya da doktorumun bir stratejisiydi bu, çünkü kimsenin tavsiyesiyle değil ilk intihar girişimim sonucunda ikisiyle tanışmıştım. Haklarında hiçbir şey öğrenmeye niyetli değildim ve anlattıklarının çoğunu da umursamamışım ki hala haklarında çok bir şey bilmiyorum. O yürüyüşlerin birinde daha 1 saat olmadan nasıl nefes nefese kalıp ciğerlerimin yandığını hatırlıyorum. Oysa şimdi dakikalardır belki saatlerdir koşabildiğim kadar hızlı koştum ve hatta şehri bile terk etmişim gibi duruyor ve hiçbir yorgunluk belirtisi yoktu. Bu hem kafamı karıştırdı hem de hoşuma gitmişti. Şimdi etrafı izleyerek koşuyordum. Hava ne kadar da güzeldi. Tam olması gerektiği gibi. Ne terliyordum ne de üşüyordum. Etrafı izlemeye öylesine dalmıştım ki ayaklarımın sivri köşeli simsiyah bir kayaya takıldığını ancak takıldığım anda fark ettim. Düşüşüm ise beklediğimden çok daha uzun sürdü. Sonuçta boyum 1.80den sadece biraz uzundu.
Düştüğüm yer kanımı dondurdu. Koca bir ağaç hiçliğin ortasında belirmişti adeta. Kurumuş dallarında sanki meyveleriymiş gibi sallanan farklı uzunluklarda ilmikler ve ayaklarından asılı onlarca küçük suret rüzgarla hafif hafif sallanıyordu. İlmiklerden bir tanesinin ucu boştu geri kalanında ise minicik ufacık bedenler sallanıyordu. Hepsi çırılçıplak gevşek bebek bedenleri. Bu hastalıklı görüntü karşısında midem ağzıma geldi ve dizlerimin üstüne çöktüm. Dehşet içinde ağzım açılmış ama bir fısıltı bile çıkartamıyordum. Bu nasıl bir cehennemdi?! Şıp, şıp, şıp, şıp… Sesin kaynağına gelmiştim bir şekilde. Nasıl o kadar koşmuştum? Ağacın devasa gövdesinin etrafında beyaz önlüklü bir siluet sanki asmalardan üzüm hasat eder gibi dolaşıp baş aşağı sallanan bebeklere bir şeyler yapıyordu. Elleriyle bebeklere doğru uzanıp… Aman tanrım onların boğazlarını kesiyordu bir bisturi ile! Adama daha detaylı baktığımda yüzünün bir ameliyat maskesi ile kapalı olduğunu gördüm. Ayaklarında lastik çizmeler bileğine kadar kanın, tanrım bebek kanının içinde yürüyordu. Önlüğünün etekleri masum çocukların kanlarıyla koyu kırmızı olmuştu. Her adımında etrafa sıçrayan kan önlüğünde daha üst yerlerde damla damla gözüküyordu. Ellerinde lateks ameliyat eldiveni kıpkırmızı olmuş kan bileklerinden aşağı doğru akıyordu ve önlüğünün kolları da kırmızıya çalıyordu. Teker teker bütün bebeklerin kafalarını sırtına doğru yaslayıp hiç titremeden tek ve hızlı bir hamleyle boğazlarını kesiyordu. Yere hızla kan boşalıyor ardından kesikten yerdeki gölete yavaş yavaş damlamaya devam ediyordu. Gözlerimi kapatmak istiyor ama yapamıyordum. Belki gözlerim kapalıydı ama hala görebiliyordum! Adam yavaş yavaş boş olan ilmiğe doğru ilerliyordu.
Daha dikkatli bakınca ağacın gövdesinin kahverengi değil, kırmızıya yakın bir bordo olduğunu fark edince zor bastırdığım kusma isteğimi daha fazla kontrol edemedim. “Evimi beğenmedin mi baba?” Ses küçük bir çocuğa aitti ve çok eğleniyor gibi geliyordu. Kanım dondu. Buz gibi minik bir el ensemde geziniyordu. Dokunduğu yerden bütün vücuduma ölüm kadar soğuk bir korku yayılıyordu. İstemsizce titremeye başladım. “Neyin var? Hasta mısın? Niye titriyorsun baba?” diye merakla sordu. Ses aynıydı ama bu sefer daha önce duymuş olduğum bir endişe ve şefkatle doluydu. Kafamı ona doğru çevirdim, gözleri yemyeşil ve canlıydı, aklıma bir dolu görüntü doldu, yeşil çimler, gülücükler. Kumral düz saçları muntazam bir şekilde yana doğru taranmıştı. Çırılçıplaktı. Konuşurken dişlerinin simsiyah olduğunu fark ettim. Bir adım geri sıçrayıp daha uzaktan bakınca sadece gözlerinin canlı gibi durduğunu gördüm. O yeşilliklerdeki görüntülerle çok rahatsız edici bir yakınlığı ve aynı oranda uzaklığı vardı. Boğazındaki dikiş izlerine gözüm takıldı. Ardından sol ayak bileğindeki halat izi. Bembeyaz vücudundaki tek renk hastalıklı bir mor yeşil karışımıydı ve sadece boğazında ve bileğindeydi. Ağzını konuşmak için açtığında siyah olanın dişleri değil ağzındaki zifti andıran bir sıvı olduğunu fark edip ayağa sıçrayıp iki üç adım daha uzaklaştım. Yüzünde şeytani bir gülümseme belirdi  “neden bu kadar korkuyorsun baba?” dedi sesi yine alaycı ve eğleniyor gibiydi. Ağzındaki siyah sıvı konuşurken çenesinden aşağı akmaya başlamıştı ve uzun sivri dilini çıkartıp onları yaladı. “Sorun bunlar mı yoksa?” Şok içinde kıpırdayamıyordum. O yaratıktan ölesiye koruyordum ama kaçamıyordum. Ayaklarım sanki tonlarca ağırlaşmış gibi beni olduğum yere mıhlıyordu. Bir anda karşımdaki yaratık bir anda ağaca doğru döndü. Ben de onun baktığı yöne baktım. Beyaz gömlekli siluetin boş ilmiğe ulaşmış olduğunu fark ettim. Maskeli yüzü bu tarafa dönük kan gölü içinde yürümeye başlamıştı. Sonunda kendimi birkaç adım daha geri geri ilerlemeye zorlayabildim “Baba kaç!” dedi yaratık. Dönüp ona baktığımda rüyadaki gibi canlıydı. Yara izleri ve garip siyah sıvı gitmişti. Yemyeşil gözleri endişeyle parlıyordu. “Koş baba, koş!” Bir içgüdüyle ona doğru 2 adım atmıştım. Minik kollarını bana doğru açtı “GEL BURAYA” diye kükredi. Her yere simsiyah garip sıvıdan saçarak. Arkamı döndüm ve maskeli siluetle burun buruna geldim…

Yine kan ter içinde çıplak bir şekilde uyanmıştım. Ne kadar gerçekti bu gördüklerim böyle. En ince ayrıntısına kadar hatırlıyorum. Hemen başucumdaki lambaya uzandım. Nefes nefeseydim. Bütün görüntüler üstümden şelale gibi akıyor beni korku ıstırap ve paniğe boğuyordu. Ne görmüştüm?! Tanrım bu nasıl çarpık bir zihnin ürünüydü. Nasıl hastalıklı bir bilinçaltına sahiptim ben?! Titreye titreye elimi sigarama götürdüm ve beşinci denememde yakabildim ancak.  Yataktan kalktım. Evde bulabildiğim bütün ışıkları yaktım. Korku içinde titreyerek salona doğru yürümeye başladım. Antrenin girişinde ayağımı sert bir şeye çarptım. Eğilip baktığımda dün sabaha karşı yere düşmüş süsün orada olduğunu gördüm. Ve yanında bütün sabah arayıp bulamadığım tıraş makinem duruyordu. Bunu dün gözden kaçırmış olmam çok ilginçti. Evin her yerine bakmıştım. Bir tek yere mi bakmamışım yani? Bu uykusuzluk ve garip kabuslar zaten sallantıda olan benliğimi iyice uçurum kıyısına yaklaştırmış, deliliğin acı tatlı esintisini ensemde hissetmeme neden oluyordu. Eğilip yerden tıraş makinemi ve süsü aldım. Duvar süsünü tekrar duvara yapıştırdım. Duvar süsü, eskitilmiş kalın bir tahtanın üzerinde hiçliğin ortasına resmedilmiş kuru kırmızı bir ağaçtı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder