13 Mart 2016 Pazar

Çağ

Hiç yalpalayan bir sarhoş gördünüz mü?

Hiç yalpalayacak kadar sarhoş oldunuz mu?

Hiç yalpalayamayacak kadar sarhoş oldunuz mu?

O son okuduğunuzu anlayabilmek ya da yaşayabilmek için gerçekten çok sarhoş olmanız gerekir. Muhtemelen sağlığa çok çok zararlı olacak kadar çok sarhoş olmanız gerekir. Yere yatıp askıdaki paltonuzu arabanın altında arayacak kadar sarhoş olmanız gerekir. Ya da hayatınızı değiştirecek o yabancıya kalbinizi açacak kadar çok sarhoş olmanız gerekir. Ya da o birine ona sarhoş olacak kadar güvenmeniz gerekir. Ona güvenebilecek kadar sevmeniz gerekir. Yıllardır aradığınız gerçek insanı bulmanız gerekir.

Çok zaman geçti üstünden. Soğuktu hava ona eminim. 2010 yılının sonu, 2011'in başı. Hemen yanıbaşımızda hayata dair biriktirdiğimiz umutları kocaman karton bir kutuya biriktirmiş, koskocaman kımızı bir kurdeleyle onu bağlamışız. Yeni yılı bekliyoruz. Kilolar verilecek, yüksek lisansa başlanacak, artık o içinde bulunulan o yaşamdan uzak boşluktan uzaklaşılacak, belki artık mutlu olunacak. Hayatımın mutsuzluklarla bezeli sonu mecburi bir ölümle bitecek bahtsızlıklar silsilesi olduğunu inandırmışken kendimi, bunca umut omuzlarımda taşınmayı bekler vaziyette ondan önceki yılların ağırlıklarıyla duruyordu. Daha hayatımın en karmaşık mutsuzluğunu yaşamama birkaç ay olduğunun farkında bile değildim. Onca düşünceye eklenen kilolarımı üstüme geçirdiğim siyah hırkanın ve koyu yeşil paltonun örteceği inancıyla yola koyulmuştum 2011e doğru.

Herşey olması gerektiği gibiydi. İçiyor, yiyor, mayışıyor, daha çok içiyor, biraz daha yiyor ve gittikçe bulanıklaşıyorduk birbirimizin gözünde. Ankara'yı bilmeyen birinin asla aunutmayacağı bir yapının dibindeki unutulmaya mahkum bir barda yeni yıla yanaşıyorduk adım adım. 

Hayatınızda hiç adını ya da neye benzediğini hatırlamadığıız ama hayatınızı değiştiren bir insan oldu mu hiç? İşte tam bu özelliklere uyan bir kız uçurumdan aşağı yuvarlanmak üzere olan hayatıma dokunuverdi. Söyledikleri çok basit, unutulmaya bile değmeyecek bir cümleyi oluşturuyordu. "Şu kıvırcık saçlı çocuk da geçen dönem yüksek lisansa başlamış sizin orda".

Bir insanın hayatını değiştirebilmekten ne kadar uzak olabilirse bir cümle, işte  bu da o kadar uzaktı. Ama uzakla yakın arasındaki uzaklığın yakınlığı bazen teninizi yakan soğuk kadar sıcak olabiliyor. Ve  o acıyı aslında artık acımayıncaya kadar hissetmezsiniz. Ve o dinginlik o kadar keskindir ki. Kör bir bıçak kadar keskin ve acı verici. Ve o yokluk kadar dolu ve boğucu.

O adamın yanına gittim. Kıvırcık saçlıydı yalan yok. Çocuk demek çok anlamsız. Kadınların nedense hepimizi gördüğü kadar çocuktu. Sohbeti o kadınların botox yaptırmak için öleceği yaşı çok geçkindi. Saat ise ertesi günü yaşamamız gerektiğini söylüyodu. Ağzımdan bir nida yükseldi. Hala nedenini bilemem "lan bu bardaklar çok küçük sohbet edemiyoruz. Büyüğü yok mu bunun?"  Hayatımda ilk ve son kez jagermeisteri vodka bardağıyla shot atışımdı o gece. Ve ilk defa gerçekten gerçek bir adama selam verişimdi.

Ellerimi mezar taşında gezdirdim, neden bilmiyorum. Saçları sandım belki. O toprağa daldırdım elimi. Yabani otlar! O kadar çoktular ki. Elimden geleni yaptım, Dudaklarımda oynaşan damlalar tuzlu. Ter mi? Göz yaşı belki? Neden peki? Yokluktan muhtemelen. Yokluk ne kadar büyük aslında ama ne kadar yavan. Yokluk denince hep O geliyor akla kız ya da adam. Aslında bu o kadar yanlış anlatılmış olmamalı. Yokluk ama bu sefer benimki. Aynı anda aynı yerde olmamak yokluğun nedeni kuşkusuz. Ama olunması gereken anı seçmek elimde değil miydi? Elimdeydi belki de. Parıltılı kumaşlara sarılmış nedenler haklılığımı yüceltirken aklımdaki huzursuzluk çok derin. Karın içine gömülmüş arabanın altındaki palto kadar. 

Yüzündeki toprağı temizlediğimde gülümsemesi aynı gibiydi. Konuşması neşeli gibiydi. Mutluluğu orada gibiydi, sanki bıraktığım yerde. Dövmeli kolları açılmış, beni kucaklamak ister gibiydi. Sarılması sıkı gibi, sırtıma elini vurması uzun zaman sonra özlemiş olduğu bir dostu anar gibiydi. Ona sorduğum soruları cevaplar gibiydi. Gözlerindeki beni yıllar boyunca yakıp harlayan alev yanar gibiydi. Yıllar önce duymaya başladığı, dinlemeyi sevdiği sözlerimi duyar gibiydi. Elimden gelen bütün özürleri ona sunduğumda beni affeder gibiydi. Onu ne kadar özlediğimi anlar gibiydi. Ona gülümsediğimde onu ne kadar sevdiğimi bilir gibiydi. O gerçek adam artık benim önümde hep ama hep gibiydi. Kalbim ve ruhumdaki yaraların olması gereken gibileri onun eti ve kemiğindeydi. Yalnızlığın yalnızlığı elinizi atana kadar orda olduğunun bile farkında olmadığının artık orada olmamasının farkındılığıdır. 

Bunu sana tattırdığım için özür dilerim.

Orada olamadığım için özür dilerim.

Olmadığım için özür dilerim.


Devrilen onca biranın, Uğruna içilen acıların, yüceltilen duyguların, paylaşılan sırların, yaşanmış karanlıkların, atılan kahkaların, boyunlara dolanmış kolların, bal yalanan sakalların, asla olmamış dünyaların ve bütün bu anıların şerefine!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder