3 Mart 2016 Perşembe

Kaçma - Bölüm V-VI

V

Elimdeki sigarayı düşürdüm. Duvar süsüne karşı yaşadığım transtan ayağımdaki keskin yanık acısı uyandırdı beni. Bu kadarı çok fazlaydı. Az önce gördüğüm rüyadaki o kırmızı ağaca ne kadar da benziyordu. Sadece salkım salkım ilmiklere asılmış çocuk bedenleri ve o garip doktor gibi giyinmiş yaratık yoktu. Süsü tekrar yapıştırdığım yerden çıkartıp mutfağa gittim. Kendime bir bira açtım ve patronuma saatlerdir kusup sıçtığıma dair çok inandırıcı olduğunu umduğum bir sesli mesaj bıraktım. “Bırak işi doktora bile gidecek halde değilim. Sanki kıçım vanası sonuna kadar açılmış bir kanalizasyon borusu gibi. 10 dakikada bir sıçıyorum. 25 dakikada bir kusuyorum. Gece mahallede yeni açılan hint lokantasında körili tavuk yemiştim. Ve bağırsaklarım o sikik kıçımdan dışarı fışkırmak üzere. Eğer sıvı bok yerine para sıçıyor ve kusuyor olsam lanet şirketini 4 kere satın alabilecek kadar param olurdu patron. Kısacası durum böyle. Yarın gelebileceğimi sanmıyorum” demiştim. Biramı, sigaramı ve duvar süsünü alıp salona geçtim.
Saat 5e yaklaşıyordu ve ben ne umduğumu bilmeden kırmızı kuru ağaç çizimine bakıyordum. Ne zaman aldığımızı hatırlamıyordum ya da nereden aldığımızı. Muhtemelen gittiğimiz bir seyahatten ya da bir eskiciden almıştık. Resimde ilginç hiçbir şey yoktu. Siyah bir arka planın üstüne çizilmiş kurumuş kırmızı tek başına bir ağaç sadece. Tahtasını incelemeye başlayınca ne kadar pislenmiş olduğunu fark ettim. Herhalde 3 yıldır hiç tozunu almamıştım. Tahtanın arkasına baktım. Ne bir işaret ne bir yazı ne bir sayı hiçbir şey yoktu. Tahtanın kenarlarını incelemeye başladığım anda kanım dondu. Tahtanın üst kenarında kalın bir toz tabakasıyla kaplanmıştı. Bu beklenen bir şeydi. Ama bu toz tabakasının üstünde çok küçük parmakların izleri vardı. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başlamıştı. Tahtanın üstüne parmaklarımdan birini yerleştirdim. Bu izler benim olamazdı. Benim parmağımın izine göre çok… çok küçüklerdi. Tıpkı 3-4 yaşlarında bir çocuğun ellerinin olacağı kadar.
Bütün vücudumu tarifin çok ötesinde bir dehşet kapladı.  Buradan, evden hemen uzaklaşmak istiyordum. Şafak henüz sökmemişti. Ülkenin bu kadar kuzeyinde sabah saat 9a doğru hava aydınlanmaya başlardı. Evin ışıkları açık ama sokaklar kap karanlıktı. Çok büyük bir ikilem içinde kalmıştım. Birkaç gündür gittikçe tuhaflaşan şeyler yaşadığım evde mi kalayım? Yani ışıkta? Yoksa üstüme ne bulursam giyip buraya bir daha dönmemek üzere buradan uzaklaşayım mı? Aceleyle yatak odasına daldım. Üstüme aceleyle ne bulursam giydim. Hava haftalardır buz gibiydi bugün de farklı olmasını beklemiyordum. Üstümü giyinebildiğim kadar kalın giyindim. Bu kontrolsüz bir şekilde titrememe engel olamıyordu. Aceleyle evin içinde cüzdanımı ve telefonumu aradım. Telefonumu genelde yatağa yastığımın altına koyuyordum uyurken ama şimdi orda yoktu. Eğilip yatağın altına baktığım sırada bütün omurgama yayılan buz gibi bir korkuyla donup kaldım. Arkamdan bir kıkırdama gelmişti. Hihihihi. Kıkırdama neşeliydi aslında, alaycı bir tını sezmemiştim sesinde. Ama Bütün vücuduma yayılan ürperti kıpırdamamı bu kadar zorlaştırıyor olamazdı. O kadar savunmasız bir durumdaydım ki. Gözlerime yatağın altındaki telefon ilişti. Ona uzanıp olduğu yerden kapıp ayağa kalktım. Döndüğümde arkamda göreceğim şeyden ölümüne korkuyordum. Bir türlü dönemiyordum arkamı.
“- Korkmana gerek yok baba. Benim.” Sesi sanki biraz kırgın gibiydi. Dönüp ona bakmadığım için kalbi kırılmıştı sanki. Kalbi mi?! Ne kalbi!
“- Bana neden baba deyip duruyorsun?” Sesim bir fısıltıdan daha yüksek çıkamamıştı. Durduğum yerde tir tir titriyordum.
“- Babama ne demem gerekir ki?” Biraz aklı karışmış gibiydi. Ölümün soğukluğunu iliklerimde hissediyordum. Kat kat giyinmiş sıcak evin içinde paltomla terlerken donuyordum. 7 kere intihar etmeye çalışmıştım. Her birinde ölmekten öylesine korkmuştum ki sonunda her seferinde gülünç duruma düşmüştüm. Ama hiçbirinde bu kadar çok korkmamıştım. Yatak odamdaki pencereye baktım koşup oradan dışarıya atlayabilir miyim diye. 6ıncı katta oturuyordum. Ve kendimi atmamam için –sanki atabilecekmişim gibi- demir parmaklıklar taktırmıştık doktorumla. Yatak odasından tek kaçış yolum arkamda, sesin geldiği yerdeydi. Bütün bu olanları unutmamın atlatmamın imkansız olduğunun bilinciyle cesaretten çok çaresizlik içinde yavaş yavaş arkamı döndüm.
Kapı ve arkasındaki koridor boştu. Elimde sıkı sıkı tuttuğum telefonu ceplerimden birine yerleştirdim. Tek bir koşu hızlı kapıya kadar. Hiçbir yere bakmadan. Hiçbir şeyi duymadan. Bu lanetli sahneyi terk etmeme yetecekti. Doktorumun evine kadar koşabileceğimden emin değildim ama başka şansım var mıydı? Kaslarım gerilmiş bir yay gibi koşmaya hazırlanmıştım ki o kan dondurucu ses tekrar konuştu.
“-Kaçma baba. Dışarısı karanlık ve soğuk.” Ses tam tepemden geliyordu. Ve çok ÇOK yakındı. İstemsizce başımı sesin geldiği yöne doğru –tanrım yukarı!- çevirdim. İşte oradaydı, ayakları tavanda baş aşağı asılmış tek ayağı üstünde sek sek oynar gibi çok hafif bir ses çıkartarak tavanda zıplıyordu. Sanki yer çekimi kanunları onun için bir anlam ifade etmiyormuş gibi uzun düz saçları olması gerektiği gibi duruyordu. Ben ona doğru dönünce o da beklediği buymuş gibi bana bakmaya başladı.
“-Korkmana gerek yok baba. Burada güvenliyiz. Beraber oyunlar oynayabiliriz.” Konuşurken hareket etmeye başlamıştı tekrar. Koşarak tavandan duvara duvardan da yere inmişti. Sanki yüzümdeki şok ve korku ifadesi onu açıklama yapmaya zorluyormuş gibiydi. Yeşil parlak gözleri düşünceli biraz da üzgündü.
“- Benim hiç çocuğum olmadı.” Diyebildim sadece. Sesim sadece bir fısıltıdan ibaretti. Duyup duymadığından bile emin değildim. Duymamış olacak ki beni incelemeye devam etti.
“- Sen de kaçmaya çalışacaksın değil mi?” Kafasını soluna yatırmış beni inceliyordu. Gözlerinde hayal kırıklığı ve hüzün vardı.
“- Ben de mi? Ben DE mi?! Başka kim var?” Sesim bir fısıltıdan biraz yüksek ama bu sefer duyulabilirdi. Tekrar kendimi koşmaya hazırlamıştım.
“- Annem tabii ki.” Sanki çok bariz ve olağan bir gerçeklikten bahsediyor gibiydi. “Senden önce onun yanına gitmiştim. Ama o benden korktu ve kalıp benimle oynamak yerine kaçtı. Karanlığa kaçtı.”
Bu kadarı fazlaydı. Zaten yay gibi gerilmiş olan kaslarım bir anda boşaldı ve kendimi kapıya doğru fırlattım. Ayakkabı giyecek vaktim yoktu çıplak ayakla buz gibi geceye kendimi atmadan önce duyduğum son şey: ”Baba ne olursun kaçma” idi. Hayatımda hiç bu kadar hüzün dolu bir ses duymamıştım.
Komünist dönemden kalma eski apartmanın merdivenleri üçer beşer atlayarak iniyordum. Bir yandan da telefondan eski sevgilimin silmiş olduğum numarasını arıyordum. Telefon numarasını telefonumdan silmiştim ancak zihnimden asla silememiştim. Koşarken numarayı telefona girdim ve çevirdim. Çalıyordu. Ve sonunda açıldı.
“- Vicky merhaba böyle bir saatte aradığım için özür dilerim. Çok çok gar…
- Alo?” Gelen bir erkek sesiydi. Tanıdık bir erkek sesiydi. Telefonu açan eski sevgilimin kardeşiydi.
“- Mikael sen misin? Nefes nefeseydim. Koşuyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu ama bunun nedeni yorgunluk mu yoksa telefonu kardeşinin açmış olması mıydı emin değilim.
- Evet benim. Sizi tanıyor muyum? Telefonunuz kardeşimde kayıtlı değil.” Sesindeki olağandışı hüzün ve durgunluk vücuduma ani bir korku yaydı.
“- Tanıdığını düşünmüyorum. Vicky’nin iş arkadaşlarından biriyim, onunla konuşmam mümkün mü acaba?
- Oh anlıyorum. Korkarım onunla konuşmanız mümkün değil. Maalesef ablamı dün kaybettik. Polisin dediğine göre kendini öldürmüş.”
Vücudumda hareket eden her şey bir anda buz kesti. Telefonu kapattım. Kıpırdayamıyordum. Evin dışına kendimi atmıştım çıplak ayaklarım ilerlemeyi reddediyordu.
Şıp… Şıp… Şıp… Şıp… Karanlık boş sokakta bu ses yankılanıyordu. Korkutucu derecede tanıdık o şıpırtı. Sesin nereden geldiğini kestiremiyordum. Ama bu sesin iyiye bir işaret olamayacağını çok iyi biliyordum. Alelacele telefonda doktorumu aramaya başladım. Çalmaya başlamıştı.
“- Baba?” Ses bu sefer şefkatli ya da hüzünlü değil. Alaycı bir sadizmin izlerini taşıyordu.
“- Alo? Alo?! Börje hiç komik değilsin.”  Telefonumda doktorumun sesini duyuyordum ama az önce karanlıktan gelen ses vücudumdaki son gücü de bitirmişti. Telefon parmaklarımdan kayıp yere düştü. Şıp… Şıp… Şıp… Şıp… Ses giderek yaklaşmış artık sadece birkaç adım önümden geliyordu.
“- Nereye gidiyorsun baba?
- Hiçbir yere gitmiyorum. Göster kendini!”
Küçük bir siluet ağır ağır yürüyerek görüş alanıma girdi. Şıpırtı giderek artıyordu. Yüzünü seçebilecek kadar yaklaştığında yeşil gözlerini bembeyaz bir cildin takip ettiğini, kumral saçların kan ve balçıkla keçeleşmiş siyaha çalan hastalıklı bir renge bürünmüş olduğu fark ettim. Ağzından çıkan zift gibi siyah şey çenesine ve minik bedenine doğru akmıştı. Boğazındaki kesik yarası belli belirsiz gözüküyordu. Çırılçıplaktı, geldi ve karşımda durdu. Gözleri benim korku dolu gözlerime bütünleştiğinde uzun sivri diliyle çıkarttığı şıp sesini kesti.
“- Aslında senin çok bir suçun yok” Kafasını düşünceli bir şekilde sola yatırdı ve sivri diliyle dışarı taşan siyah sıvıları yalamaya başladı. Sanki aklında bir şeyleri tartıyor gibiydi.
“- Annemin hamile olduğunu biliyor muydun?
- Vicky hamile miydi?!” Sesimdeki şok o rahatsız edici dil hareketini bir anlık durdurmaya yetmişti. 
“- Neler oluyor?!
- Annem beni ben daha yokken öldürdü baba. Beni o ağaca astı ve gitti. Benim oradan kurtulamayacağımı düşündü herhalde. Ama kurtuldum işte bak.” Manyak gibi gülmeye başladı. Minik kollarını açtı katıla katıla gülüyordu. Her tarafa o korkunç siyah sıvıyı saçıyor. Karnını tutup iki büklüm yere kapanarak gülmeye devam ediyordu. Dakikalarca bu sadistçe gülme krizinin geçmesini bekledim. Yerde tepiniyor siyah asfaltı yumrukluyor ve bir canlıya ait olamayacak mezar ötesinden iliklerime kadar beni titreten sesler çıkartıyordu. Onun bu kriz anını dehşetengiz bir transla izlerken bunun oradan kaçabilmek için bir fırsat olduğunu düşünerek ses çıkartmadan birkaç adım gerilemeye başlamıştım ki bıçak gibi ani bir şekilde tüm o sapıkça kahkahalar son buldu.
“- Yoo. Yo yo yo yo yo. Nereye gidiyorsun? Yoksa elinde olsa sen de mi benden kurtulurdun? Beni o ağaca asıp her gün tekrar tekrar hasat edilmeye mi terk ederdin? Hahahah yo yo yo şşşş şş şş. Korkma gitme yo yo yo. Daha konuşacaklarımız var.” Sesi o kadar histerik ve eğleniyor geliyordu ki ne yapacağımı bilemez şekilde yere dizlerimin üstüne çöktüm.
“- Ne istiyorsun benden?
- Beni sevmeni. Benimle oynamanı baba” Sesi o kadar yumuşak ve çaresiz gelmişti ki, sanki yukardaki uğursuz yaratıkla yer değiştirmiş gibiydi. Simsiyah asfalta dikilmiş gözlerimi kaldırıp saçları düzgün taranmış güzel güzel giydirilmiş o çocuğu beklerken tam yarım karış önümde o simsiyah köpüren sivri dilli, sivri dişli gözlerin benzersiz bir kötülükle parlayan beyaz yüzü gördüm. Normalde bu görüntünün bu kadar yakın olması yerden sıçrayıp arkamı dönüp deliler gibi koşmama neden olurdu ama ne vücudumda ne ruhumda bunu yapacak bir güç kalmamıştı. Kaderimi hayatımı bu çılgınlığa teslim etmiştim.
“- Hahaha hihihi hohoho hihohahahu. Şş şşş şşşş şşş işte böyle. Korkulacak bir şey yok. Ben senin kanındanım. Ben senin canınım. Şş şş şşşş şşş. Yo yooo yoo yooo ağlamana gerek yok. Şşş şş.” O pis elleriyle kafamı kavradı. 3 yaşında bir çocuğa göre olmaması gerektiği kadar çok güçlü bir şekilde kafamı sıktı ve o siyah sivri diliyle yalamaya başladı yüzümü. Bir yandan da histerik şekilde kıkırdıyor gülüyordu. Bir anda tırnaklarını şakaklarıma geçirip gözlerini gözlerime kenetledi.
“- Şimdi beni güzelce dinle baba. Annem olacak o orospuyu beni öldürdüğü için öldürdüm. Şimdiye kadar yaptığım en eğlenceli şey buydu.” Ses beynimin içinde zonkluyor kulaklarımla değil bütün benliğimle duyuyordum. Ben onu dinlerken o uğursuz ağzı kıpırdamıyor sadece uzun sivri dili yüzümü okşuyordu.
“- Seni de öldürmek için neler vermezdim. Çünkü besbelli benden nefret ediyorsun ama zaten buraya gelmek için evime fazlasıyla zarar verdim.” Zihnime o kırmızı kuru ağacın görüntüsü sanki bu yaratığının ince sert parmaklarından akıyor ve bütün görüşümü dolduruyordu. “Hayatta kalabilmem için bu ağacın hasat edilmesi gerekiyor seni pis sefil. Ve bil bakalım bunu kim yapacak?!” Zihnime az önce gördüğüm kabusun resimlerini olanca canlılığıyla dolduruyordu.
“Ayaklarım sanki tonlarca ağırlaşmış gibi beni olduğum yere mıhlıyordu. Bir anda karşımdaki yaratık bir anda ağaca doğru döndü. Ben de onun baktığı yöne baktım. Beyaz gömlekli siluetin boş ilmiğe ulaşmış olduğunu fark ettim. Maskeli yüzü bu tarafa dönük kan gölü içinde yürümeye başlamıştı. Sonunda kendimi birkaç adım daha geri geri ilerlemeye zorlayabildim “Baba kaç!” dedi yaratık. Dönüp ona baktığımda rüyadaki gibi canlıydı. Yara izleri ve garip siyah sıvı gitmişti. Yemyeşil gözleri endişeyle parlıyordu. “Koş baba, koş!” Bir içgüdüyle ona doğru 2 adım atmıştım. Minik kollarını bana doğru açtı “GEL BURAYA” diye kükredi. Her yere simsiyah garip sıvıdan saçarak. Arkamı döndüm ve maskeli siluetle burun buruna geldim…” Soluk yeşil cam gibi bakan gözler bana bakıyordu. Kendi gözlerim bana ruhsuz ifadesiz ve anlamsızca bakıyordu. Elini uzattı elimi tuttu bisturiyle elimi kesti ve kendi elini yaraya bastırdı. Vücudumdaki bütün sıcaklık benliğim bilincim avuçlarımdan akıp gidiyordu. Engelleyemiyordum. Giderek düştüm karanlığa. Dönerek, bilinçsizliğe.
VI

Bembeyaz bir odadayım. Sonsuz gibi ama sonlu. Bir yerlere ne kadar çok bakarsam o kadar büyüyor ama bittiğinin farkındayım. Kalkıp yürürsem duvara çarpacağım o yüzden gerek yok. Gücümü işime saklamalıyım zaten. Hasat edilecek koca bir ağaç var. Aklıma o ağacın görüntüleri doldukça içimi bir şefkat kaplıyor. Kaç yıldır onunla konuşuyorum, ilgileniyor, buduyorum. İlk gördüğüm zamankinden çok farklı çok daha canlı. Çok daha kırmızı. Yeni meyveler veriyor, yeni hasat edilecek minik bedenler. Ağacı besleyecek, bizi besleyecek, oğlumu besleyecek bedenler. Ve en keyif aldığım ansa ağaçtaki en oldun meyveyi hasat ettiğim anlar. Orda olmaması gereken ama oğlumun evimize hediyesi: annesi. Onun o güzel kafasını arkaya çekerken her gece gözlerindeki dehşeti görmek içimi gıdıklıyor. Bisturinin tenine değdiği andaki irkilmesi beni tahrik ediyor. Bisturiyi o güzel pürüzsüz boğazına daldırmadan önceki yalvarmaları sanki ateşli bir ön sevişme gibi zevkin doruklarına hazırlıyor. Son hamleyle boğazını kestiğimde diğer meyvelere oranla çok daha fazla akan kan ve kanın verdiği son nefesle fokurdaması bana en güzel orgazmdan daha büyük bir zevk veriyor. Her gece. Kendini evliliğe saklamış yeni evli azgın bir çiftin her gece seviştiği gibi biz de her gece bunu tekrarlıyoruz. O titreyerek ölümsüzlüğündeki bir sonraki ölümü tadarken ben zevk ve huşu içinde titriyorum. Ve uyanana kadar oğlumla oynuyoruz. Yeni meyveler arıyor onları gözlüyoruz.
O salak doktor beni o sokağın üstünde çıplak ayaklarımla kıpkırmızı kanla  –komşumun ve ses çıkartıp duran salak çocuğunun kanıyla- çizilmiş ağacın dibinde uyurken bulduğundan beri beni kontrol altında tuttuğunu sanıyor. Oysa onlar sadece ilk meyvelerimdi.

Artık hasat vakti.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder