30 Mart 2016 Çarşamba

Sekans Etkisi (kelebek gibi ama pek de değil aslında)

Yazacak konu veya hikaye yerine zaman bulamamak ufak ufak sinirimi bozmaya başladı. Konu sıkıntısı çekmiyorum yıllar içinde biriken bir sürü şey var ama son zamanlarda gereksizlikler gereksizi bir tempo içinde günleri, haftaları bir biri ardına tüketiyorum. Yazmadığım süre içinde hayatımda meydana gelen inanılmaz büyük bir değişimden bahsedeceğim bugün: Sekans’ın kapanışı.

Evlenip, işe girip bir aile kurmama kadar gelen olaylar zincirinin ilk halkasının Sekans’ın kapanışı olduğu gün gibi açık ve ortada. Hayatımda son derece kusursuz bir dengeye sahip olan okul-sekans-ev döngüsünün kopması beni o olay öncesi bulunduğum denge halinde alıp kaotik bir başkalaşım içine öyle güçlü bir şekilde savurdu ki olan biten her şey bu kaos içinde gelişti ve ben mikrofona “ĞIEVEĞT” dediğim anda duruldu.

Birkaç ay önce hangi nedenden ötürü depresyona girip kendi kendime Sekansa gidip içsem diye neden seçen ben bir an baktım ki perde seçiyor. “Hayatın; ruhumu, bedenimin karanlığında boğuk acılarımla beslenmeye ittiği bir gün daha” gibi cümleler eşliğinde hayatı ele alan ben “bu kumaş daha hacimli gibi duruyor, hem rengi de çok iddialı değil, böylece oturma takımı daha ön plana çıkar” gibi cümlelerle iç mimarlara kafa atıyor. İçtiği biraların sayısını akılda tutmayı beceremediği için kendine özel adisyon açtıran ben düğünde kimin nereye oturacağını ezberden sayıyor. WoW’da karakterin çantasını düzenlemeye üşenen ben alınacaklar, taşınacaklar, öpülecekler, yalanacaklar gibi listelerin başında adeta mekik dokuyordum. İşte böylesine çılgın, böylesine gerçek dışı bir döneme sürükledi beni bu Sekansın Sakala satılma kararı.

Sekansın kapanışını her olgun birey gibi önce inkar ederek karşıladım. Bu inkar sürecinde arka arkaya sakala gittim ve kendimi sanki orası sekansmış gibi hissetmeye zorladım. Olmadı. İnkar evresini geride bıraktıktan sonra yitip giden bir sevgilinin acısını farklı fahişelerle beraber olarak bastırmaya çalışan biri gibi onlarca farklı bara gittim. Kimi ucuz, kimi çirkin, kimi pahalı, kimi sosyete onlarca barın tadına baktım ama ne bira eski bira ne tortilla eski tortillaydı oralarda. Alkol zihnimi bulandırdıkça kendimi daha çok sekansta sandım ama her ertesi sabah ayıldığımda orgazm sonrası yabancılaşma duygusuyla o barları bir daha aramadım onlarla karşılaşmak istemedim yolumu değiştirdim. Ara sıra elime biramı alıp serin bir Ankara akşamında bir zamanlar sekans olan, şimdi dolu gibi gözüken ama içi boşaltılmış bara buğulu gözlerle bakıp kendimi sarhoş ettim. Issız Adam filminde herif kızı terk ettikten sonra gidip kızın dükkanını kesiyordu ya, aynen öyle kestim ruhsuz binayı. Ama filmdeki gibi ben değildim terk eden, sekans beni terk etmişti. Sarhoş olup kapısına dayandım bir zamanlar sekans olan yerin, sürekli bira içtiğimden gidip sadece çiş yapıp çıktım bardan hiç sipariş vermeden. Medeni bir tepkiydi bu aslında, sekansı istiyordum geri, o sandalyeleri allanıp pullanmış çarpık yeri değil. Bir köpek gibi izimi bıraktım oraya. Tuvaletin duvarına çük çizdim her istediği yapılmayan yetişkin bireyin yapacağı gibi. İçimdeki vandal dürtüye teslim olup yaptım bunu. Bir daha ki çişli sessiz eylemimde benim çükün yanına daha büyük ve detaylı bir çükün çizilmiş olması umutlandırdı beni. “Param olsun alıcam lan orayı! Tekrar sekans yapacam oolum orayı” diye çemkirdim sağa sola “ha benim aslanıma, ha benim kaplanıma” bakışlarına aldırmadan. Param olmadı. 

Dönem dönem farklı barlada mutluluğu buldum sandım. Boteco, varuna, andré. Hepsi geçici oldu. Ne ben onlara ne onlar bana, birbirimize vadettiklerimizi veremedik. Hala arada gözlerim dalar, aklım yürür Tunus caddesinden yukarı ağır aksak. Rüzgar çarpar yüzüme sert, soğuk ve duygusuz. Bilkent durağı bile sessiz kalır, onca sarı saçlı kız hüzünlüdür. Taksiciler bağırmaz, araba boşta motor çalışmadan arabayı arkaya kaydırır sessizce, benliğime selam verir anlayışla. O kimin nereye gideceği belli olmayan ışıkta tek bir korna sesi bile duyulmaz, anıların canlılığı soldukça azgın şoförler sessizce yollarına gider ruhumu rahatsız etmemek için. İddia bayiindeki amca ben geçerken sırtıma vurur, gözlerinde anlayış ve babacan bir tavırla. İşte orda olanca haşmetiyle duran zebani kılıklı sakal ve koca bir boşluk arkasında. Sanki bedenime inen bir darbe gibi zihnimi doldurur o eksilmişlik. 

Ve tam bu düşüncelere boğulmuş vaziyette gri Ankara göğünü izlerken camda kendi yansımamı gördüm. Çok komik duruyordum. Yataktan yeni kalkmış üstümde bir tek boxer donumla bir von Trier filminden çıkmış edalarda camda kendimi görünce önce bir gülme geldi. Ondan sonra izlediğim site manzaramızdan bir annenin küçük oğlunun elinden tutarak bizim binaya doğru geldiğini fark ettim. Ev girişin bir kat üstü olduğu için kadınla neredeyse aynı hizada gibi bir durumdaydım. Sonra kendimi kadının yerine koyup kendimi camın önünde mal gibi gülen donlu şişman bir adama bakmamaya zorladım. Ama merakıma yenik düşüp kadının gözlerinden kendimi gördüm iyice gülme krizine girdim. İki büklüm oldum. Artık kadın ne düşündü bilmiyorum. Sekansı düşünmediğini biliyorum. 

Çünkü onu orada hiç görmemiştim 7-8 yılda. Hiç. Ne kadar çok şey kaçırdığını fark ettim o kadının ve gülerken ağlamak nedir bilir misiniz dostlar? Hayır dediğinizi duyar gibiyim. İşte tam da bunu yaşadım. Kendimi camın önünden ayırıp özenle seçilmiş ve dikilmiş perdelerimizi kapatmaya zorladığımda aklımdaki düşünce çok açıktı. “Camda ağlayarak gülen şişman çıplak bir adam manzarasıyla Pazar gününe başlamak istemem.”

Sonra gözlerim bir daha daldı. Yok yok şaka, dalmadı. Gittim kahvaltı falan hazırladım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder