1 Mart 2016 Salı

Kaçma - Bölüm I-II

I

Yemyeşil çimler üzerinde koşarken düz sarı kumral saçları her adımında zıplıyordu. Onun kıkırtısı kendi sesimden çok daha hayat dolu, saf bir eğlence içeriyordu. “Baba hadi yakala beni! Çok yavaşsın”. Ben şakadan onu kovalarken olanca gücüyle benden kaçıyordu. Kahkahalar atarak minicik bacaklarını olabildiğince hızlı kıpırdatarak kendini benden uzağa atmaya çalışıyordu. Belki daha koşmaya yeni başlamış yaşlarda olduğundan belki izlediği çizgi filmlerde gördüğü karakterlerden etkilendiği için istemli ya da farkında olmadan zikzaklar çizerek kaçıyordu. Aslında biraz dengesiz bir görüntü ama yumuşak çimler üzerindeyiz ne olabilir ki? En kötü düşüp biraz ağlar. Belki ağlamaz bile. Konuşmayı sökmeye başladığından beri sadece çığlık atıyor zaten. Mutluyken, mutsuzken, sinirliyken, eğlenirken, heyecanlandığında ya da hayal kırıklığına uğradığında ne olursa olsun birincil iletişim dürtüsü çığlık atmak. Şu anda da olduğu gibi sadece çığlık atıyor koşarken de. Kahkahayla karışık olduğu için eğlendiğini anlayabiliyorum tabii ki. “Ben yavaş değilim sen çok hızlısın! Yoksa bugün bütün yemeklerini bitirdiğin için mi bu kadar güçlendin ve benden çok daha hızlı koşabiliyorsun?” yapmacık ama bir o kadar da eğitici cümlelerimle onu daha da eğlendiriyorum.
Oğlumun sırtı bana dönük ileri doğru benden kaçarken sık sık dönüp bana bakıyordu. Bir an sonra kendi ayaklarına takılmış düşüyordu. Oraya neden ve nasıl geldiğini anlamadığım yemyeşil çimlerin ortasında büyük çıkıntılı bir kayaya doğru bütün hızıyla düşmeye başladı ve minicik bedeni kayayla adeta bir bütün oldu. Kayanın sivri ve en büyük çıkıntısı tam oğlumun incecik boynuna gelmişti. Ortalık kızıl bir kıyamet yerine dönmüştü. Bu kadar kan nasıl bir anda bu minicik bedenden çıkabilir? O küçücük kalbinin her çarpışında havaya adeta fışkıran kandan kayganlaşan çimin üzerinde kayarak oğlumun üstünde yattığı kayaya çarptım. Bu darbeyle bir hentbol topundan biraz büyük bir nesne üstünde durduğu kayadan kırmızı çimlere doğru yuvarlandı. Bu görüntü karşısında bayılacak gibi oldum. Kanın bir petrol kuyusu gibi fışkırmasının nedeni artık oğlumun bedeninin kafasını taşımamasıydı. Havadaki ölüm sessizliğini yırtıp paramparça eden haykırışımdan önce duyduğum son şey ayaklarımın dibinden gelen yumuşacık saf ve şefkat dolu bir sesti: “Senin suçun değil baba”. Yemyeşil gözleri acıma ve şefkat dolu bir kederle gözlerime dikilmişti.
Nefes nefese ve buz gibi geceye uyandım. Kan ter içindeydim. Üstüme giydiğim t-shirt’ü sıyırmış atmış yatakta doğrulmuş ağzım sonuna kadar açıktı. Kalbim sanki göğsümü yırtıp dışarı çıkmak istiyormuş gibi çarpıyor nefes alış verişimi bile etkiliyordu. Bu ne sapkın bir kabustu böyle?! El yordamıyla komodinin üstünde duran okuma lambasını yaktım. Nabzım, tansiyonum, nefes alış verişim biraz daha düzene girmişti. Başucumdaki çalar saate baktım saat sabaha karşı 4’ü biraz geçiyordu. Üstümdeki kalın yorganı kenara itip kendimi yataktan aşağı attım. Elimi yüzümü yıkamak istiyordum. Daha uyanıp işe gitmek için 2 saatten fazla vaktim var. Nefret ediyorum gece uykumun bölünmesinden. Çocukluğumdan beri uykuya dalmakta çok zorlandım. Hele son üç yıldır uykuya dalmak gittikçe katlanılmaz bir hal aldı.
Banyonun ışığını yaktım hala az önce gördüklerim yüzünden mi yoksa havanın çılgıncasına soğuk olmasından mı ürperiyordum bilmiyorum. Aynada kendime baktım zamanla matlaşmış yeşil gözlerim kan çanağı gibi çökük göz yuvalarımdan bana geri baktı. Sakallarım iyice uzamış ve yer yer beyazlamaya başlamıştı. Geride bıraktığım yıllarda onlarca kilo vermiştim. İlk başlarda sağlıklı gibi gözükse de şimdi gittikçe AIDS’li biri gibi gözükmeye başlamıştım. Soluk yüzümü özensizce budanmış yabani çalılara benzeyen karman çorman düz saçlarım tamamlıyordu. Alnım geriye doğru her geçen gün açılıyordu ve şakaklarımdaki beyazlar gittikçe enseme doğru ilerlemeye başlamıştı. Musluktan akan buz gibi suyu avucumda toplayıp yüzüme vurdum. Gözlerimi açıp aynaya baktığımda bir an kalbim atmayı kesti ve tekrardan bütün vücuduma bir ürperti yayıldı. Bir anlık, sadece bir kalp atışı kadar kısa bir süre, ki bu da az önce kalbimin şok içinde es geçtiği atıştı, o soluk kan çanağı gözler yerine az önce rüyamda gördüğüm gözler bana bakıyor sandım. İrkilip kendime gelmek için gözlerimi kırpıştırdım ve sadece kendi dalgın gözlerimin biraz korku ve şok ifadesiyle bana baktığını gördüm.
Çok uykum vardı ve az önceki kabusun görüntüleri henüz belleğimde çok canlıydı. O yüzden böyle bir yanılsama çok olası geldi bana. Zaten gençliğimde izlediğim garip korku filmleri yüzünden aynalardan hep çekinen biri oldum. O yüzden evdeki tek ayna şu an karşımda bunları düşünürken baktığım banyo aynası. Ona da zaten bu gibi olası gerilim anlarından ölesiye korktuğum için sadece tıraş olurken uzun uzun bakıyorum onun dışında hep kaçamak bakışlar atıyorum. Bu küçük gereksiz panik anının ardından tekrar sürüne sürüne bir zamanlar sevdiğim kadınla paylaştığım, onunla beğenip bir aşk mabedi olarak aldığımız tabuttan farksız gereksiz büyük yatağa yattım. Gözlerim camın dışındaki ağacın dallarının tavanda oluşturduğu dans eden gölgelere dikilmiş uykunun geri gelmesini bekledim. Tabii ki gelmedi.
Sabah dün gece yüzünden uykusuz, bu nedenle de son derece huysuz kalktım yataktan ve başucumdaki paketten bir sigara alıp keyifsizce yaktım. Mutfakta elime ne geldiyse yedim. Yemekten sonra bir tane daha yaktım. Onu da söndürdükten sonra üstüme giysi yığınının en üstünde ne varsa onu giydim, paltomu ve sırt çantamı alıp para kazanıp hayatta kalmak için mecbur olduğum işe doğru yürümeye başladım. O beni terk edip gittiğinden beri bir sürü para biriktirmiştim. Ama gerek doktorum gerekse tek arkadaşım diyebileceğim kocası araba almamamın hem benim hem çevremdekilerin sağlığı için daha iyi olacağını düşünüyorlardı. Geride bıraktığımız yıllarda birkaç beceriksiz intihar girişimim olmuştu. Bunların sonucunda ölmek şöyle dursun bayılamamıştım bile. Sonuç olarak sadece rezil olmuştum ama bu girişimlerim beni daha ciddi şekilde kontrol altında tutmalarına yetmişti.
Bu teşebbüsler arasında beni en çok utandıran 2 ay önceki son denememdi. Belki de en yakın o olduğu için onu daha sık hatırlayıp daha sık utanıyorum kendi kendime. Çocukluğumda hayran olduğum sanatçılar gibi bir ölüm istediğim için doktorumun bana verdiği uyku ilaçlarını evimde hiç eksik olmayan bol miktarda alkolle beraber içip ölümü beklemeye başlamıştım. Ki ölüm gelmedikçe ben daha çok içki içtim. Daha çok içki içtikçe ölüm yerine sarhoşluk geldi. Sonunda doktorumun verdiği bir kutu bonbonu 2 şişeye yakın viskiyle içip körkütük sarhoş olmuştum. Sonuç olarak da ölemeyince gecenin bir yarısı telefona sarılıp doktoruma verdiği ilaçlar konusunda uzun uzun şikayetlerde bulunmuşum –bu kısmını pek hatırlamıyorum-. Ondan sonrası biraz daha sancılı tabii ki, bir süre içki yasağının ve güvendiğim uyku ilaçlarının aslında plasebo olduğunu öğrenmenin verdiği öfkeyle yaptığım bazı hareketler üzerine 1 buçuk ay sıkı gözetim altında tutuldum. Zararsız ve kendimi öldüremeyecek kadar korkak olduğumu düşündükleri için muhtemelen geri eve yolladılar. Ama o günden beri doktorumla daha sık görüşüyoruz ve kocası da her sabah beni telefonla aynı saatte arıyor. Bugün de zaten işten erken çıkıp kontrole gideceğim. Baktım kendimi ani bir şekilde öldüremiyorum, yıllar önce bırakmış olduğum sigaraya tekrar başladım. Hayat dedikleri çile biraz daha erken biter umuduyla.


II

Gözlerimi açtım. Az önce gelen tangırtıyı rüyamda mı gördüm yoksa evden mi geldi emin değilim. Yine kalbim ağzımdan çıkacak gibi, nefes nefese ve korkmuş bir tedirginlikle yatağımda doğruldum. Bu sefer üstümü başımı çıkartıp sağa sola fırlatmamıştım. Ve kan ter içinde de değildim. Muhtemelen kabus görmemiştim ve evden bir tangırtı gelmişti. El yordamıyla okuma lambasını yaktım ve saate baktım. Saat yine 4ü biraz geçiyordu. İki gün üstü üste uykusuz kalacağımın farkına vardığım için sinirle ama biraz da çekinerek ayakucumdaki dolaptan elime alacak sert bir şey aradım. Bulabildiğim tek şey ara sıra kullandığım bir çekiçti. Çekicin sapını sıkıca kavradım ve dikkatli bir şekilde koridordan sesin gelmesi olası salona doğru sessizce yürümeye başladım. Daha ikinci adımımı atmak üzereydim ki çekicin başı normalde sıkı bir şekilde oturmuş olması gereken saptan kurtulup olağanüstü bir tangırtıyla seramik zemine düştü ve sonsuzluk gibi gelen bir süre kadar sekip sağa sola çarptı. Çekicin başı sanki özellikle yapar gibi hala ses çıkartmaya devam ederken çılgıncasına atmaya başlayan kalbim vücudumdaki tüm kanı yüzüme yolladı ve kulaklarım zonklamaya başladı. Bu curcuna arasında çok hafif hızlı hızlı ayak sesleri duyduğuma yemin edebilirim. Tekrar sağlıklı düşünebilecek kadar karanlık ve sessizlik içinde bekledikten sonra usulca eğilip çekicin başını aldım ve bir elimde çekicin başı diğerinde sapıyla karanlıkta ilerlemeye devam ettim. Koridorun evin antresine açılan kapısını usulca açtım antreye attığım ilk adımda ayağımın altına biçimsizce gelen sert bir köşe yüzünden uluyarak küfretmeye başladım. Canım çok yanmıştı.
 Zaten artık bir seri katil ya da hırsız ya da hortlak ne olursa olsun evdeyse benim uyanmış ve onun peşinde olduğuma dair ona verebileceğim bütün uyarıyı vermiştim. O yüzden antrenin ışığını yaktım ve yerde beni sakatlayan şeyin ne olduğuna baktım. Sevgilimle yıllar önce çok beğenerek aldığımız ve antrenin duvarına üstü üste astığımız 4 duvar süsünden en alttaki yapışmış olduğu yerden ayrılıp yere düşmüştü. Bütün bu tantananın sebebi buydu. Eğilip aldım, elimle yapışkan yerini kontrol ettim. İlk gün olduğu kadar yapışkan değildi gerçekten. Ben sevgilime bunları yapıştırmak yerine duvara çivi çakıp öyle asalım demiştim. Sonuç olarak tabii ki beni ikna edip süsleri bu garip şeyle duvara yapıştırmıştık. Ben de şimdi gecenin bir yarısı yine uykumun bölünmüş olmasının ve çekicin birbirinden ayrılabilecek iki parçasının birbirinden ayrılmış olmasının verdiği sinirle duvar süsünü hınçla duvara bastırıp tekrar yapışmasını sağladım. Sonra yine de emin olmak için evin içini dolaştım ve tekrar sürüne sürüne yatağa girdim. Gözlerim tavana dikilmiş uykuyu beklerken aklıma bir anda duyduğum hızlı ve hafif ayak sesleri geldi. Bunun üzerine panikle yataktan doğruldum. Bu sesleri o anda hayal mi etmiştim uykusuzluk ve heyecanın karışımından dolayı? Emin olamıyordum. Ama evin her yerine bakmıştım. Tekrar başımı yastıklara bıraktım ve huzursuz bir şekilde uykuyu bekledim. Tabii ki gelmedi. Uzandım bir sigara yaktım ve küllüğü kucağıma bıraktım. Nasıl olsa uyuyamayacaktım.

Sabah yine perişan şekilde doğrulup giyinip kendimi dairemden dışarı attım. Tam o sırada üst komşum küçük 3-4 yaşlarındaki oğluyla birlikte merdivenden iniyordu. Bana hızlı ve biraz da kızgın bir selam verdikten sonra esneyip gözünü ovuşturan oğluyla merdivenden inmeye devam etti. O andan kendimi biraz utanmış hissettim. Sanırım geçen kopardığım yaygara bu ufaklığı uyandırmış ve korkutmuştu. Duyduğumdan emin olup olmadığım ayak sesleri ise bu ürkmüş ufaklığın anne babasının yanına koşarken çıkarttığı sesler olmalıydı. İçimdeki suçluluk duygusu yerini belli belirsiz bir rahatlamaya bırakmıştı. Çünkü gece sabaha kadar aklımda anlamsız bir şekilde o gece duyduğum ayak sesleri ve bir önceki gece gördüğüm hastalıklı kabusun görüntüleri oynaşıp durmuştu. Bana bu kadar benzeyen bir çocuk, benim çocuğum olmalıydı, ama benim hiç çocuğum olmamıştı ki.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder