30 Mayıs 2013 Perşembe

Kar Perisi


O büyük şehre yıllardır tek bir tane kar yağmamıştı. İnsanlar o şehirde kar hakkında yıllarca konuşmuş ama şehrin en yaşlı kadının büyükbabası bile kar yağışını görmemişti hiç hayatında. Kar, sadece birkaç yılda bir o şehirden geçen bir tüccar grubunun hikayelerinde, ve açık günlerde ufukta görünen ihtişamlı dağın doruklarında görünen beyaz lekelerden ibaretti o şehrin yaşayanları için. Hava ilginçti o şehirde, özellikle uğraşır gibiydi kar yağmasın diye. Yazın mevsim çok sıcak ve kurak geçerdi. Şehrin hemen kıyısında akan dere sanki incecik bir sazmış gibi incelir, insanlar içeceklerini idareli harcamak zorunda kalırlardı. Kışın ise çok soğuk ve yine kurak geçerdi. Baharlarda ise yağmur nadiren dururdu. Kışın, eğer gökyüzünde bulutlar birikirse, şehir sakinleri anlardı havanın ısınacağını, çünkü ne zaman kış ortasında yağış gelecek olsa, anlamsız bir şekilde ılık bir hava olur ve yağmur yağardı. Yağmurun ardından ise hava tekrardan soğurdu ancak bu kez gökyüzünde bir iki beyaz serseri bulut dışında bulut gezinmezdi. Bu nedenle nesillerdir kar yağışı gören olmamıştı. En sarhoş hikayeci bile şehirde kar gördüğünü anlatacak kadar kendini kaybedemezdi.

Çok büyük bir şehirdi o şehir, ve o şehirde yaşayanlar nadiren çıkarlardı şehir dışına, heyecanı sevmeyen, tembel insanların yoğunlukta olduğu şehirde nadiren gezgin ruhlar doğar, daha da nadiren o ruhlar şehri terkederdi. Bir kere o şehirden bir macera için ayrılan birisi o şehre bir daha geri dönmezdi. İnsanlar, gidenlerin kaybolduklarına inanırlardı. Kimse, dışarıda kocaman bir dünyanın, tadılmamış zevklerin ve eğlencelerin olabileceğini aklına getirmek istemezdi. Herkes huzurlu, rutin bir hayat sürmeyi severdi. En büyük eğlence, gece hanlarda anlatılan, çoğunlukla çok uzak akrabaların tanıdıklarından duyulan(!) gezi hikayelerini dinlemekti. Tabii ki bazı tüccar gruplarının anlattığı gerçek olması daha muhtemel hikayeler de olurdu içki masalarında. Ve o hikayeler zamanla uzak bir tanıdığın başından geçmiş hikayeler olarak anlatılmaya devam edilirdi.

O şehirde doğan çocuklar aileleri ne iş yapıyorsa onu yapmaya devam ederlerdi. Aileleri tarafından sevilen insanların karşı cins çocuklarıyla evlendirilir ve olağan hayat olduğu gibi sürüp giderdi. Şehirde oturanları en çok heyecanlandıran hikayeler karla ilgili hikayeler olurdu. Çünkü o şehirdeki en fakirinden en zengine, en iyisinden en kötüsüne istisnasız herkes aynı peri masalıyla uykularını beklemişlerdi, ipek yada çuval kumaşı, ılık yada buz gibi yataklarında. "Kar Perisi". Her çocuk ailesinin hatta kendisinin isimlerinden önce Kar Perisi masalını öğrenirdi. Genelde masallarda yaşananın aksine bu masalın bir çok farklı yorumu yoktu. Şehrin varoşlarında anlatılanla sarayda anlatılan arasında birkaç şive farkı dışında fark bulunmazdı. Hikaye basit ve umut verici ancak bir o kadarda hüzünlü bir masaldı. O şehirde karın yağacağı gece şehirde yaşayanların en yalnızı karşısında Kar Perisi'ni görecekmiş, masala göre. Ve o yalnızlığın en derininde Kar Perisi oturacakmış yanına tek bir isteğini yerine getirmek için o yalnız ruhun. 
Narin bembeyaz teni, dalgalı uzun simsiyah saçları, büyük ela gözleri varmış Onun. Gözlerinde daimi bir anlayış ve çok içlerde yatan derin bir hüzün varmış. O da yalnızmış çünkü. Çok eski zamanlarda, çoktan unutulmuş diyarlarda yaşama gözlerini açmış minik bir kız bebeği. Bir sarayın avlusunda bulunmuş kundağı hiç dinmeyen bir kar fırtınasının içinde. Tek bir cümle yazılıymış kundağın koynunda "Kızıma iyi bakın". Nereden geldiğini kimse anlayamamış o karanlığın en derininin yaşandığı gece ve kimse anlayamamış o bebek nasıl donup ölmemiş avluda bulunana kadar. Bebeği, sarayda çalışan temizlikçilerin en yaşlısı, tabii ki Büyücü Kral'ın izniyle, evlatlık almış yanına. "Tek kızımı bir kar fırtınasında kaybettim Lord'um, şimdi fırtına bana bir tanesini getirdi" demiş, ve iyi yürekli Kral yaşlı temizlikçinin isteğini kabul etmiş. Bu sayede minik kız kendine bir yer edinmiş ve bir de anne. Herkesi şaşırtacak şekilde hiç hastalanmamış bebek, o sırılsıklam kundağına rağmen. Ve bir kerecik olsun ağlamamış, ne soğuk ne de sıcaktan. Zamanla büyümüş o bebek ve önce küçük ardından ise genç bir kız çocuğu haline gelmiş. Annesi ile sarayda çalışmaya devam etmiş, annesi iyice yaşlanınca artık eskisi gibi görevlerini yerine getiremez hale gelmiş, ancak Büyücü Kral bu duruma göz yummuş, ve genç kızın, yaşlı annesine sarayda bakmasına izin vermiş. Çok çekingen genç kız, annesi dışında kimseyle konuşamazmış, hatta annesi dışında kimsenin gözlerinin içine bakamazmış. Öyle öğretmiş annesi O'na "sen burada çalışıyorsun benim güzel kızım, bir lanetin var, ileride öğreneceksin, o yüzden bakma kimsenin gözlerine, konuşma kimseyle ki başın derde girmesin" dermiş hep. Kız kendi kendine düşünüp durmuş bu lanetin ne olabileceğini, ama hiç bir şekilde bulamıyormuş, bulsa bile ne olduğunu, ondan nasıl kurtulacağını bilmiyormuş. Lord'unun 'Sanat'tan bahsettiğini duymuş, ve lanetlerden, daha önce. Annesine sormuş bu 'Sanat'ın ne olduğunu. "Büyü. Benim canım kızım, işte bu yüzden Büyücü Kral diyoruz Lord'umuza, ve Cadı Kraliçe diyoruz Leydi'mize. 'Sanat' herkese bahşedilen bir özellik değildir, sende de olan bir yetenek değil, sıradan insanlara bahşedilemeyecek kadar kutsaldır." Bu nedenle lanetinin ne olduğunu öğrenebilse bile o  lanetten kurtulamayacağını anlamış ve zamanla kabul etmiş. Bu nedenle kimseyle konuşmamış ve kimsenin gözlerine bakmamış, annesinin dediği gibi lanetinin ne olduğunu öğreneceği günü beklemiş. Yıllar geçmiş ve genç kız 20 yaşını kutluyacağı gece yaşlı annesini kaybetmiş. Ve yapayalnız kalmış kocaman dünyada. Geçen yıllar sadece annesini elinden almadığı gibi, ona laneti hakkında hiç bir ipucu getirmemiş, ya da o görememiş.
Sarayda genç kızın lanetinin farkında olan kişi sadece yaşlı annesi değilmiş tabii ki, hatta lanetinin farkında olmayan tek kişi kendisiymiş. Güzelliği. Bütün diyarlarda görülebilecek en büyük güzelliğe sahipmiş o kız. O'nu sarayda bir kez gören başka diyarların lordları asla unutamazlarmış suratını, kocaman ela gözlerini, kıpkırmızı dudaklarını, süzülür gibi narin yürüyüşünü ve pürüzsüz bembeyaz tenini. Bu sayede güzelliği bilinen bütün diyarlarda anlatılmış, merak edilmiş, ve aşık olunmuş. O'na aşık olan sadece diğer diyarların lordları değilmiş. Gün be gün büyümesini izleyen iyi kalpli Büyücü Kral'da zamanla aşık olmuş bu karşı konulamaz güzelliğe. Ne zaman görse genç kızı kalbi daha hızlı atmaya başlamış, çok sevdiği, asırlardır beraber yaşadığı karısı Cadı Kraliçe eskisi kadar dikkatini çekmiyormuş artık, ve tüm diyarların en zeki kadını olan bu kadın tabii ki farketmiş bunu. Önce zamanla geçeceğini düşünmüş, böyle heyecanlar her zaman duyulmuştur ölümlülere karşı diye teselli etmiş kendisini, ve geçip gideceği günü  beklemiş. Ama Büyücü Kral'ı gün geçtikçe daha az görür olmuş, Büyücü Kral ise beğeninin aşka dönüştüğünü farkedememiş bile. Sükuneti kıskançlıkla yer değiştiren Cadı Kraliçe bir gün genç kızı odasına çağırmış, Büyücü Kral diplomatik seyahatlerinden birindeyken. Kızı almış karşısına, kızın güzelliği, o yaralı ve kıskanan kadını bile etkilemiş, kız ağır ahşap kapıdan odaya doğru süzülürken. Gözlerini kapatmış ve herşeyden çok sevdiği kocasından özür dilemiş yapacakları için, 'Sanat'ın akıl almaz cümlelerini baştan sona, sondan başa, aralıksız, nefes almaksızın tekrarlarken açmış gözlerini ve son kelimesinde lanetin o güzelim ela gözlere bakmış, o gözleri gören son insan Cadı Kraliçe imiş. Lanet basitmiş, ama çözülemezmiş, kızın hikayesiyle uyumluymuş, çünkü Cadı Kraliçe kızın hayatlarına girdiği günü asla unutamamış. "Kar yağmayacak diyarların en kurusunda, karın yağdığı gece, o diyarlarda gezen ruhların en yalnızı eğer isterse seni görebilecek. Ve kar  durduğunda tekrar yok olacaksın, o yalnız ruhta hiç bir hatıra bırakmaksızın." Seyahatinden dönen Büyücü Kral bunu öğrendiğinde çıldırmış ve kendini laboratuarına kapatmış. Kızı geri döndürmeye çalışmış yıllar boyunca, ama becerememiş, çünkü en az kendisi kadar güçlü bir büyücüymüş karısı. Cadı Kraliçe ise pişmanlıkla yıllarca kapısında yatmış laboratuarın, ama o kapıları açıp kocasından özür dilemeyi becerememiş. Ve bir gece, Kral ve Kraliçe umutsuzluklarının en dibindeyken Kralın aklına bir fikir gelmiş. 'Sanat'ı kullananların kanını donduran bir büyü varmış, intahardan bile daha korkunçmuş bu büyü. Kendi güçlerinin sıradan bir ölümlüye aktarılması. Başka bir çaresi kalmadığını anlayan kral yıllar süren deliliğinin sonuna böyle geleceğini anlamış, ve güçlerini güzel kıza aktarmış, "Sen ki laneti sadece doğanın güzelliği olan masum kız, sen ki aşkı kıskançlıkla, bilgeliği heyecanla, hayatı ölümle bir yapan kız, sen ki her insanın görmesi sevmesi gereken kız, sen ki lanetini benim bile bozamayacağım kız, sen ki hayatı derin yalnızlıkla geçecek kız, yalnızlığı sadece daha derin bir yalnızlıkla bozulacak kız, güçlerim senin olsun ve sor, sor birisi görür ise seni zamanların en bilinmezinde, bir isteğin varmı diye. Ve gerçekleştir dileğini en içten sevginle. Sen, Kar Perisi". Bu sözler 'Sanat'a hakim herkesin zihinlerini ve kalplerini dağlamış o gece, ve yıllarca unutulamamış. 
Ve o büyük şehirde yaşayan her insan yaşadıkları şehrin kar yağmayacak en  kuru diyar olduğuna inanır ve eğer bir gece kar yağarsa, o gece yalnızlıkların en derinini yaşayan insanın güzelliği dillere destan Kar Perisi'ni göreceğine ve bir dilek dileyeceğine inanırdı.

Eugène, basit bir anne ile aynı basitlikte bir babanın ilk doğan evlatlarıydı. Annesi, kendi annesinden öğrendiği terzilikle günlerini doldururken, babası şehrin kıyılarında bir demirci ocağında çalışırdı. Bundan önce iki kez düşük yapan annesi azmetmiş ve üçüncü gebeliğinde bebeğini doğurmayı başarabilmişti. Aile sevince boğulmuştu doğum sonrasında bebeklerinin sesini ağlarken duyduklarında. İkiside bilemezdi bu bebeklerini ilk ve son kez ağlarken duyuşları olduğunu. Annesi bebeğini ilk kez kucağına aldığı anı asla unutamıyordu, her gece rüyalarında görüyordu. Mutluluğun yanında hissettiği şey dehşetti. Bebeğini kucağına aldığı anda, Eugène ağlamayı kesmiş ve dikkatlice annesini incelemeye başlamıştı. Koyu yeşin gözleri çok derin bakıyor, sanki gördüğü herşeyi içine çekiyor gibiydi. O an tüyleri diken diken olmuştu daha yeni anne olmuş genç kadının.
Bebeğin kemikli suratında çoğu yetişkinde görülmeyecek bir zekanın izleri vardı. Yaklaşık bir dakika kadar bakıştı anne ve yeni doğmuş çocuğu. Sonunda Eugène birşeylerden tatmin olmuş gibi gözüküp gözlerini kapatmış ve başını annesinin göğüsleri üzerine yaslayıp hayatının ilk uykusuna dalmıştı. Olanları dehşetle izleyen babası, yeni doğmuş bu  çocuğun ilk nefeslerinden itibaren O'ndan hayatı boyunca ürkeceğini anlamıştı.

Yıllar geçiyordu bu basit aile için, Eugène zamanının çoğunu evde annesiyle birlikte geçiriyordu, henüz demirci ocağında çalışacak kadar güçlü bir fiziğe sahip değildi -babasına göre asla sahip olamayacaktı- bu nedenle evde annesine diktiği basit elbiselerde ya da nevresim takımlarında yardımcı oluyordu. Annesine oranla aynı işi genç yaşına rağmen çok daha hızlı ve kusursuz bir şekilde yerine getirebilmek gibi bir huyu vardı genç Eugène'in. Her ne kadar bütün günleri beraber geçse bile annesi nadiren onunla konuşur ve asla gözlerinin içine bakmazdı. Çünkü yıllar içinde gözleri, doğumundaki etkileyiciliklerinden hiç bir şey kaybetmemiş, aksine, edindiği tecrübeler sayesinde daha sorgulayıcı ve daha derin bir hale bürünmüştü. Koyu çam yeşili gözleri, omuzlarına gelen siyah saçları ve çilli yanaklarıyla, yaşlı bir ruhu bir çocuk bedenine sıkıştırmaya çalışırken ortaya çıkan tezat bir vücut çıkmıştı ortaya. Eugène ailesinin ondan çekindiğinin basbaya farkındaydı, doğduğu gün farketmişti bunu, annesiyle ilk bakışmalarında, o zamandan beri  bunu biliyordu bu nedenle onları tedirgin etmek istemiyordu. Annesini de babasını da çok fazla seviyordu, ancak sevdiğini söyleyemiyordu. Tek arzusu ve anlayamadığı tek şey, onların da onu sevip sevmediği idi, sevilmek istiyordu.

Eugène, diğer çocukların aksine evin dışında vakit geçirmeyi çok sevmezdi, çünkü hayatı boyunca onun en yakını olacak insanların bile ondan nasıl ürktüğünün farkındaydı, dışarıda insanları kim bilir nasıl tedirgin ederdi? Bu nedenle annesinin istediği ufak tefek şeyleri satın almak için dışarı çıktığı zamanlar dışında hiç çıkmazdı küçük tek odalı evlerinden. Annesiyle birlikte birşeyler dikmekten hoşlansa da, o kadar basit gelirdi ki bu iş O'na, kendine yapmak için bir şeyler arayıp dururken evin içinde bir gün çok eski bir kitap buldu yüklüklerin içinde, yıllardır giyilmemiş çok eski elbiselerden birine sarılmış. Okuması yazması yoktu, annesinin ve babasının da yoktu. Elinde bulduğu bi kitapla ne yapacağını bilemez halde, bir müşterisinden ölçü alan annesinin bulunduğu odaya girdi. Annesi, müşterileriyle ilgilenirken Eugène'in ayak altında dolaşmasını istemezdi, hem kendisini hemde müşterilerini huzursuz etmesin diye. Müşterisi annesiyle hemen hemen aynı yaşlarda, daha bakımlı ve çok daha iyi giyimli bir kadındı. Ancak, diye düşündü Eugène, bu kadın gösterişine böyle para harcamaya devam ederse, bu kış yiyecek satın alabilmek için pek bir parası kalmayacak. Haklıydı da, o kadın yıllarını farklı erkeklerin kollarında, onları eğlendirirken kendisi de eğlenerek geçirmişti, bir çok varlıklı ailenin akrabalarndan evlenme teklifi almış, herbirini kabul etmiş ancak o düğünler hiçbir zaman gerçekleşmemişti. Şimdi ise gençlik yıllarındaki güzelliğine hafif hafif gölgeler inmeye başlamış, ve Eugène'le yaşıt 12 yaşındaki kız çocuğuyla, bir zamanlar yaşadığı hızlı ve eğlenceli hayatın yankılarını yakalamaya çalışıyordu. Eugène kadına acıdı. Ve kadına acırken kadının yanındaki kendi yaşıtı kızı farketti. Kızıl kıvırcık saçları bukle bukle omzunu yakarken, masmavi gözleri okyanusları sanki içinde barındırıyordu, çilli yanakları utançtan kıpkırmızı olmuş gözlerini hemen Eugène'in çam yeşili gözlerinden kaçırmıştı. Eugène bu kızı hayatı boyunca asla unutmayacağını o an anlamıştı.
"-Anne, bu kitabı okuyabilmek istiyorum.
-Eugène, oğlum, müşterim var görmüyor musun?
-Görüyorum anne, ama bu kitabı okuyabilmek istiyorum"
Annesi ilk defa Eugène'le iki cümleden daha uzun bir şeyler konuştuğunu farketmiş olmanın verdiği dehşetle beraber müşterisinden bir saniyelik izin istedi.
"- İnatçı çocuk ben şunun kulağını bir çekeyim hemen dönüyorum kusura bakmayın.
-Hiç önemli değil şekerim, eğer bir okuma öğretmeni gerekiyorsa ben size yardımcı olabilirim ah ha ha, bu yakışıklı küçük adamla çalışmaktan keyif alırım, tabii ki, ehm, nasıl desem? Sanırım bu durum, bu kıyafetin fiyatıyla ilgili bir yeniden değerlendirme yapmamız anlamına gelecektir. Ah ha ha."
Bir insanın Eugène'le iletişime geçmeyi teklif etmesi hem Eugène hem de annesi için büyük bir şok olmuştu.
"- Ta... tabii. Çalışmak isterseniz, Eugène? Ne dersin?
-O... ol... olur, isterim."
Müşteri bir anda çıktığı tabureden aşağı atlayıp tiz bir kahkaha atarak " Mükemmel! Yarın akşam seni bizim evde bekliyor olacağım, yakışıklı küçük adam, okumayı öğrenmek istiyorsan gel." Ve çok uzak olmayan evlerinin yerini tarif etti Eugène ve annesine.

İşte böyle tanıştı, bir yaz akşamı Eugène, Leala ile. Düşündüğü gibi, Leala'yı asla unutamadı onu ilk görüşünden 15 yıl sonrasında bile. Babası iki yıl önce bir meyhane kavgasında öldüğünden beri Eugène annesiyle aynı tek odalı evde yaşıyordu. Babasının işi olan demircilik için hiç bir zaman yeteri kadar güçlü bir fiziği olamadı, aynen babasının düşündüğü gibi. Bu nedenle o ocağı babası öldükten sonra sattılar. Eugène annesiyle beraber terzilik yapmaya devam etti. Gelen erkek müşterilere kendisi, kadın müşterilere ise annesi bakıyordu. Gizemli bir şekilde annesinin diktiği kıyafetler, her zaman annesinin dikebileceğinden çok daha kaliteli ve yaratıcı oluyor, ve bu nedenle işleri giderek artıyordu. Erkek müşteriler ise Eugène'in diktiği takımlardan her zaman hoşnut kalıyorlardı. Eugène her gece yatağına yattığında, okuma dersleri almaya başladıktan kısa bir süre sonra sonunda annesi zengin bir kocayla evlenebildiği için bu şehirden giden Leala'yı düşünüyordu. Kendince inandığı tanrısına, ona bu hafızayı ve zekayı bahşettiği için hem lanet, hem teşekkür ediyordu. Çünkü Leala'yı ve onunla geçirdiği her bir kısa anı bile en ince detayına kadar hatırlayabiliyor, ve her gece bunları tekrardan yaşayarak Leala'yla beraber mutlu olabiliyordu. Ancak normal bir insan gibi unutabilmiş olmayı tercih eder miydi etmez miydi buna karar veremiyordu. Artık evlenme yaşını geçmişti, annesi Eugène'in bir kadınla evlenebileceğini asla düşünmemişti zaten. Çok yakışıklı hatlara sahip olsa da, o garip gözler bütün insanların ondan çekinmesine neden olmaya devam ediyordu. Ancak yaptığı işi böylesine iyi yapması, müşterilerini o bakışları görmezden gelmeye zorluyordu. İyi para kazanıyorlardı ve yaşadıkları ev, hayattan büyük beklentileri olmayan bu anne oğula yetiyordu. Ancak bu kış, hiç beklenmeyeceği kadar soğuk geçiyordu. Normalde bir kış boyunca yetecek odun üç haftada tükenmişti, neyse ki biriktirdikleri paralarla daha fazlasını alabilmişlerdi ve evlerinde, bir çok aileden çok daha sıcak bir şekilde oturabiliyorlardı taş şöminenin başında. Birbirleriyle geride bıraktıkları 27 sene boyunca olduğu gibi çok az konuşuyorlardı. Eugène, annesinin onu çok sevdiğini biliyordu artık, O da sevmeye devam ediyordu. Garip bir sevgiydi bu, korkuyla bezenmiş, anlamsızca bastıran farklılıkların gölgesinde kalmış, ama çok güçlü bir sevgiydi.

Eugène annesine baktı, "Ben biraz dışarı çıkacağım anne. Neden bilmiyorum, yürümek istedi canım. Leala'nın eski evinin yakınındaki parka gitmek istedim.
-Tabii çık oğlum, yalnız çok dolaşma, dışarısı çok soğuk.
-Tamam anne, görüşürüz bir belki iki saate kadar.
-Kendine dikkat et" kalktı, içerden üstüne kalın paltosunu aldı, sıkı sıkı sarındı ona ve evden çıkmadan önce annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Annesi çok şaşırmıştı, hayatında ikinci yada üçüncü kez Eugène öpüyordu annesini. Bu gece bir şeyler olması gerektiğinden çok farklı gelişiyordu. Evden çıkan Eugène, hayatının en güzel saatlerinin geçtiği evin yolunu tuttu. Okumayı ve yazmayı bir çok insandan çok daha çabuk öğrenmişti, ancak dersler daha uzun sürsün ki Leala'yı daha uzun süre görebilsin diye hep normal bir insan temposunda okumaya özen gösterdi. Hayatında ilk okuduğu hikaye en sevdiğiydi, bu şehirde doğmuş bütün çocukların aksine her gece kulağına fısıldanmayan "Kar Perisi" masalı. Kendisini her zaman o periye benzetirdi. Peri çok güzeldi, bu yüzden  lanetliydi, kendisi ise çok zekiydi, bu yüzden lanetliydi. İkiside yalnızlık içinde bir ömür sürmüşlerdi. Ve anlaşılan oydu ki ikisinin hikayesi de olması gerektiği gibi bitmeyecekti. Birisi lanetli, hiç yağmayacak karı bekleyecek diğeri ise, gidenin geri dönmediği bir şehirde gitmiş olan hayatının aşkını bekleyerek ölecekti.

Bu düşünceler kafasında dolanmaya devam ederken fark etmeden varmıştı evinden çok uzak olmayan parka. Orada gözlerden uzak, çam ormanının hemen dibinde iki kişilik bir bank vardı, yıllar önce bir iki kez Leala'yla sıkıcı çocuk oyunları oynamışlardı. Ama hayatının vazgeçilemeyecek anılarıydı bunlar. Ve kafasında Leala'nın düşünceleri, hayalleriyle banka yaklaştı, oturmadan önce bankın üstünde birikmeye başlamış ince kar tabakasını sağ elinin istemsiz bir hareketiyle silkeledi, sonra arkasını döndü ve tam otururken donakaldı. Ben az önce ne yaptım?! Diye geçirdi içinden hayatında hiç hissetmediği bir heyecanla. Yavaşça bakışlarını gökyüzüne kaldırdı. Kavun içi gökyüzünden tembel bir kar tanesi ağır ağır süzüldü ve tam burnunun ucuna kondu. Gözleri şaşı halde burnunun ucunda gördüğü şeye inanamazken kar tanesi eriyip kendini tüketti. Bir inilti çıktı dudaklarının arasından, ardından kocaman bir kahkaha. Kar yağıyordu! Banka çöktü ve kafasını yukarıya kaldırıp büyülenmiş bir şekilde gittikçe hızlanan kar yağışını izlemeye daldı. Saniyelerin dakikalara, dakikaların ise saatlere karışmasına izin verdi. Suratına düşüp eriyen kar taneleri gözlerinden, 27 boyunca akmamış yaşlara karışırken solunda bir ses duydu. Kafasını uyuşuk bir şekilde sola yatırdı, bembeyaz bir pardösü içinde zarif bir siluetin kendisine doğru seyirttiğini gördü. Eugène, pardösünün kesiminin güzelliğine öylesine kaptırmıştı ki kendisini, pardösüyü giyen kadının ateş kırmızı saçlarını farkedemedi, kadın bir kaç adım ötesine kadar yaklaşana kadar.

"-Eskiden burada garip gözlü bir çocukla oyunlar oynardım. Hep sıkıldığını düşünürdüm oynadığımız o oyunlardan, ama gözleri o kadar etkilerdi ki beni oynamaya devam etmeye çalışırdım hep
-Kusura bakmayın Leydi'm, şıklığınıza hayran kaldım, ben bir terziyim. Böylesine kusursuz bir palto, ve böylesine.... Ne dediniz pardon?
-Eskiden, bundan 15 sene önce, henüz ben bu şehirde yaşarken, şu anda oturduğunuz bankın önünde garip yeşil gözleri olan bir çocukla oyunlar oynardım dedim. Gözleri beni öylesine etkilerdi ki, sanırım onu bulmak için tekrar geldim bu şehre.
-Le.. Leydim? L... Le... Leala?
-İsmimi nereden biliyorsunuz?"
Oturduğu yerden kalkan ve ağaçların gölgesinden kurtulan Eugène gizemli kadına bir adım yaklaştı.
"-Sensin.
- Evet Leala, benim.
- Ne kadar büyümüşsün. Ve ne kadar.... Etkileyici bir erkek olmuşsun. Ve gözlerin.
- Öyle mi dersin? Ya sana ne demeli? Bir saray leydisi kadar şık ve güzelsin. Ve saçların, hala omzunda oynaşan alevler gibi, gözlerinse bütün okyanusları sanki içinde barındırır gibi mavi.
- Haha, gözler konusunda tartışmamalıyız bence. Yıllarca hep bir yolunu bulup bu şehre geri dönmek istedim, seni tekrar görebilmek için. Ancak, dünya gerçekten çok büyük, ve bir şehirden bir başkasına hareket edebilmek her zaman gerçekleştirilebilen bir şey değil.
- Ben de her gece, seni bekledim, aslında ne bekleyeceğimi bilemeden. Hergün seni düşledim, nasıl göründüğünü tahmin etmeye çalışarak."

Ve konuşmaya başladılar, iki kişilik bankta yan yana oturarak. Hayatlarını anlattılar birbirlerinden uzak ama birbirlerini bilmeden düşünerek geçirdikleri zamanı anlattılar bambaşka şehirlerde. Kar lapa lapa yağmaya devam ederken Eugène'in aklına o masal geldi, "Kar Perisi, sen bu masalı biliyor musun Leala?
- Tabii ki! Nasıl bilmem? Herkes bilir.
- Oh doğru ya. Bu şehirde ben hariç bütün çocukların bildiği masal. Sence bu gece Kar Perisi gerçekten birinin yanında mıdır şu anda? Ve onun tek bir dileğini gerçekleştiriyor mudur?
- Bu sadece bir çocuk masalı olsa da sevgili Eugène, seni bu gece burada bulmuş olmam, kar yağışının altında, bana bu masalın ne kadar gerçek olabileceğini gösterdi. Belki ikimizden birinin yanındaydı bu gece Kar Perisi ve bize en istediğimiz şeyi verdi? Birbirimizi.
- Bunu bende düşündüm biricik Leala'm ancak, darılmaca yok, eğer Kar Perisi bu gece benim yanıma gelmiş olsaydı, sanırım ondan benimle kalmasını dilerdim. Ah hemen kızma, ben yalnızlığın ne olduğunu biliyorum Leala, ve o güzel, masum, yalnız Kar Perisi'ni bu yalnızlığından kurtarabilmek isterdim, evet sanırım eğer karşıma gelsey... brrrr.. ne oldu böyle birden?"
Eugène bir anda tam ensesinde, hafif uzun saçlarından sırtına doğru buz gibi bir dokunuş hissetti ve sıçrayarak arkasını döndü. Arkasına döndüğünde bankın hemen arkasındaki çam ağaçlarının dallarının ileri geri sallandığını gördü. Belki de sadece rüzgardan. Ama meraklandı, biraz daha yaklaşınca, yerde donmuş çıplak ayak izleri gördü, ormanın içine doğru uzaklaşan. Ve bir kaç tane buzdan göz yaşı damlası, tam az önce oturduğu yerin arkasında. "Kar Perisi?" diye fısıldadı, ağzından nefesiyle beraber beyaz duman çıkıp havada asılı kaldı.

Kar durmuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder