9 Mayıs 2013 Perşembe

Sessiz Makyaj


Sessizlik. Kalbim bir an duraksadı. O an uzadıkça uzuyordu. Uzaklardan keskin bir ses kulaklarımı tırmaladı. Kocaman salonda çınladı. İki elin birbirine çarpma sesiydi bu. Ardından aynı ses bir kez daha geldi. Gözlerim yerde hareketsiz beklerken, kalbim atmayı yeniden hatırladı. Beklediğim buydu işte. O sese yenileri eklendi, yavaş yavaş önce, tek tük ama her kalp atışında bu seslere yenileri eklenmeye başladı. Rahatlamıştım. Birkaç saniye sonra bu alkış sesleri bütün salonu doldurmuş, karanlık salonda hareketlenmeler başlamıştı. Biliyordum, insanlar ayağa kalkıyordu, beğeniyle beraber alkış sesi artıyordu, kulaklarım sessizliğin uğultusundan sonra şimdi insanların çılgınca alkışlarıyla doluyordu.
Yavaş yavaş, ayaklarımı sürüyerek arkaya doğru yürüdüm, perdeler kapanacak birazdan biliyorum. Adımlarımı ağır ağır atarken arkamdan ağır perdenin eski ahşap zemine sürtünme sesini duymaya başlamıştım. Adımlarımı biraz hızlandırdım.
Gözlerimi ve kafamı kaldırdım, gururlu bir duruşla bütün salonu gözden geçirdim. Bu sırada gölgelerden hırçın bir şekilde üzerime doğru perdeler hareketlerini sürdürüyorlardı. Bekledim, bekledim, bekledim... Perdeler neredeyse omuz hizama gelmek üzereydi, kalabalığa son bir bakş attıktan sonra keskin ve son derece net bir baş hareketiyle coşkulu karanlık kalabalığa son selamımı verdim.

Perdeler kapandı.

Ağır, eski ve tozlu perdeler kalabalığın çılgınca çıkarttığı alkış seslerini sanki her bir kıvrımında daha da çok boğmuştu. Duyabildiğim tek şey bir kovan arının yapabilceği vızıltıdan çok daha azıydı, ancak durduğum sahnede oluşan titreşimleri engelleyemiyordu. Perdeler kapandığı anda ortaya çıkan toz bulutu öksürmeme neden olmuştu. Uzun zamandır böyle öksürük krizleriyle iki büklüm oluyordum. Sahnede oyun sırasında kaç kez dizlerimin üzerine kapaklanmıştım öksürükten, neyse ki sevgili izleyicilerim bu krizleri, oynadığım ağır oyunun bir parçası olarak kabullenmiş, oyun sırasında aktardığım dramı güçlü kıldığını düşünmüşlerdi. Yanlış da değildi açıkca konuşmak gerekirse, bu oyunu sahneye koymaya başladığım günden itibaren bu öksürük krizleri yakama yapışmış, ve asla bırakmamıştı.

Şimdiyse perdenin diğer tarafında azgın kalabalığın yavaş yavaş yatıştığını ve belki de evlerine dağılmaya başladığını duyuyordum. Bir kısmı son bir selam için bekliyor gibi görünseler de aslında benim oyun boyunca düştüğüm durumlar karşısında kendi sefil hayatlarının ne kadar iyi olduğuna kendilerini inandırdıktan sonra, perdenin arkasından tekrar belirecek adamın hala acınası durumda olduğundan emin olmak için bekliyorlardı, ama biliyorum, onlar da birazdan kendi hayatlarına dönecekler. Ve onlar da biliyor ki, o perdeler kapandıktan sonra kimse sahneye adımını bir kez daha atmayacak, bu gecelik.

Bazıları ise daha ileri gidip beni kulis çıkışının önünde bekleyecekler, ta ki uykularına yenik düşüp oraya kıvrılıp uyuyana kadar, ya da ne kadar berbat olsa da hayatları, sokakta asla gitmeyen kışın getirdiği gece ayazında uyumaktan daha iyi olduğunu bildikleri için hayatlarına geri dönecekler. Ve ben adımımı kulis kapısından dışarı attığımda, etrafta beni görebilecek kimsecikler olmayacak.

Kafamı kaldırdım, yıllardır her akşam vermiş olduğum bu son dramatik selamdan sonra, ciğerlerime yapışan tozu dakikalar süren öksürük krizimle boşaltıp yavaş yavaş kulise doğru yöneldim. Kulis, her zamanki gibi bomboştu, ne bir dekoratör, ne de bir makyör; ne bir stilist, ne de bir senarist; ne bir dublör, ne de bir kompozitör; sahnemin kulisinde daima sadece ben olurdum. Kulis, ahım şahım bir yer değildi, bol miktarda makyaj malzemesi ve bir o kadar makyaj çıkartma losyonunun yığılı durduğu köşenin hemen yanında küçük bir makyaj masam vardı, onun karşısında ise ışıklı bir ayna. Odaya sinmiş ağır sigara ve alkol kokusunun nedeni, yıllardır dökmeye üşendiğim küllük ve etrafına saçılmış binbir türlü içki şişesiydi. Bunların yanına ara sıra uzandığım eski bir kanepe ve yanında koca bir yığın kostüm vardı. Bunların herbirini kendim hazırlamıştım, kendim kullanıyordum.

Yüzümdeki ağır makyajı silmek için aynanın karşısına geçtim, her akşam oyundan sonra yaptığım gibi. Elimde tuttuğum bir tomar pamuğa, makyaj çıkartıcı losyonumu uzun uzun sıktım. Aynaya yaklaştım, gördüğüm surat bir zamanlar beni dehşete düşürüyordu. Şimdilerde ise o kadar alışmıştım ki, rimelleri ağlamaktan akmış, ruju el darbeleriyle çarpılmış ve her yana bulaşmış, dudaktan çok kanayan bir yaraya benziyordu. Bembeyaz pudra hastalıklı bir renk vermişti tenime, sanki bir zamanlar ait olduğu öte dünyayı terk edip gelmiş uğursuz bir yaratığa benziyordu şu an baktığım surat. Yanaklarımın altında alt çeneme doğru uzanan siyah katman ise, kendi başıma yarattığım bu yüze daha büyük bir karanlık ve hüzün katıyordu. Losyonla ıslattığım pamuğu özenli bir şekilde akmış rimellerin üstünde gezdirmeye başladım, o losyonun hafifletici ferah hissi yanaklarımın üst kısmında oynaşırken, sahne ışığının altında, yüzümdeki makyajın ne kadar yüzüme yerleştiğini hatırlatıyordu bana. Her pamuk darbesi sanki derin bir yara açıyordu az önce ayakta alkışlanana. Rimellerden sonra sırasıyla yanaklarımı ve ruju sildim, ardında ise alnımı, bu kalın makyajı çıkartmak için bir tomar pamuktan fazlası gerekiyordu her zaman. Bu nedenle bir tomar daha koparıp aynı işleme devam ettim. Pamuğu suratıma değdirdikçe, göğsümde, öksürükten kalma ağrı hafifliyordu, sahnede haykırırken acıyan boğazım yumuşuyordu, alkışları beraberinde getiren çırpınışlarım nedeniyle ağrıyan uzuvlarım dinleniyordu, herbiri birer pamuk darbesiyle.

Ve sonunda bütün makyajı sildiğimi hissettim artık, hiç bir ağırlık kalmamıştı yüzümde ve hiç bir his kalmamıştı bedenimde. Aynaya doğru yaklaştım ve gördüm, tabi buna görmek denebilirse, bomboş bir yüz.

Arkama yasladım, ellerimi başımın arkasında birleştirdim ve uykunun alıp beni götürmesini bekledim. Bekledim.. Bekledim... Yumuşak, titrek, minicik bir el seğrek saçlarıma arkadan dokunup yavaş yavaş suratıma ilerlemeye başlayana kadar uykuyu bekledim. Bu dokunuşla yerimden sıçardım! Nasıl olabilirdi? Perdeler kapanmış, ışıklar sönmüş, kapı ise arkadan sürgülenmişti, bu kulise benden başka kimse girmez, giremezdi, hatta girmek istemezdi! Bu dokunuş nereden çıkmıştı şimdi?! Tedirgin bir şekilde sandalyede dikleşmeye çalıştım. Sağ kulağımın yanında heyecanlı bir nefes sesi duydum, ben dikleşmeye çalışınca o da heyecanlanmıştı, beni ve belki de kendini yatıştırmak için sadece tek bir ses çıkarttı, sessizce ve sakince, kulağıma: "şş"

Yavaş yavaş arkamı döndüm, karşımda şimdiye kadar gördüğüm en büyük güzellik duruyordu, yeşil mavi gözleri sanki denizlerden, okyanuslardan koparılmış gibi berrak ve derin bakıyordu çırılçıplak ruhuma. En kırmızı gül bahçelerinden daha kırmızı dolgun dudakları daimi bir gülümsemeyle yukarı kıvrılmış, içine sığamayan bir neşeyi üzerimden akıtıyordu. Bembeyaz bir ipeğe sarılmış gibi ışıldayan narin teni, üzerine vuran her ışığı sanki bana yansıtıyor ve karanlıklar içinde yıllarca nefessiz kalmış ruhuma tekrar hayatı üflüyordu. Bu gerçek üstü manzarayı alev alev yanan, bu saf güzelliği mühürleyen kırmızı dalgalı saçlar tamamlıyordu. Ben donakalmış bu güzelliği sindirmeye çalışırken o biraz daha gülümsüyordu, ben konuşmaya çabalarken kendi nefesimle boğulup, kendi kalp atışımla sağır olmuştum.

"- Merhaba." diyebildim, sonunda, ve O da karşılık verdi "Merhaba" Odada olduğundan bile haberimin olmadığı bir sandalye çekip oturdu karşıma, ve başladı bana kendisini anlatmaya. O kadar kaptırmıştım ki kendimi onun bana sessizce anlattığı hikayeye, ellerinin ağır ağır makyaj malzemelerime uzandığını farketmemiştim, ve hatta eline fırçalarımı aldığını bile, ve hatta bana şimdiye kadar hiç yapamadığım bir makyajı yapmaya başladığını bile farketmemiştim. Ve ben başladım anlatmaya, bu sefer o dinliyordu, ben anlatıyordum sesizce, ne olduğumu ve neden öyle olduğumu, uzun sürdüğünü biliyordum ama sıkılmamıştı, gerçekten çok uzun sürdüğünü biliyordum ama benden nedense hiç ona rol yapmamı istememişti, onu eğlendirmemi istemiyordu, sadece, dinlemek yetiyordu ona.

Konuştuk, gecelerce konuştuk, uykumuz gelmişti ama uyumadık, uyuduysak bile birbirimizin rüyalarına bekçilik yaptık, sadece çok güzel rüyalar gördük ama uyanmayı dört gözle bekledik. Uyanmayı dört gözle bekledik çünkü o küçük odada konuşulanlar, olabilecek en güzel rüyanın bile rüyasında görebileceğinden daha güzeldi, ve böyle devam etti, ta ki bir gün, o elindeki fırçayı ve makyaj malzemelerin yere bırakana kadar. "İşte oldu!" dedi sevinçle. Tek kaşımı kaldırdım, 'tek kaşımı?!' diye geçirdim içimden, "Ne oldu?" dedim. Kollarını açtı, sarılacak sandım ve kalbim durduğu yerde bir çok takla attı, ancak o, sarılmadı, elleriyle sandalyemin sırtını tuttu ve beni aynaya doğru çevirdi. Suratıma baktım, tanıdık bir surattı, hem de çok tanıdık bir surattı. Ellerimi yavaş yavaş, biraz da korkarak suratımda gezdirdim, kaşlarımın altında uzun zamandır içlerine bamadığım gözlerim bana bakıyordu, bir zamanlar güzel olduğu için bir çok iltifat alan burnum yine eski yerindeydi, hafif keçiye çalan top sakalım biraz tombul dudaklarımı çevreliyodu, ellerimi üzerinde gezdirdim, ve makyaj dağılmadı. Heyecanla yere baktım, fırça ve boyaların olduğu palete doğru. Fırça orda duruyordu ancak palet boştu. Bomboş. Kafam karışmış şekilde aynada kendime bakarken o tanıdık rahatlatıcı ses kulağıma fısıldadı: "senin makyaja ihtiyacın yok ki şapşal, sen böyle zaten çok güzelsin.
- Nasıl? Nasıl yaptın bunu?
- Ben birşey yapmadım ki.
- Ama günlerce fırçayla yüzümü...
- Sadece konuştukça, benimle paylaştıkça yüzünde çatlayan yıllardır çıkartamadığın makyajların parçalarını temizliyordum o fırçayla seni şapşal" ve muzur muzur kıkırdamaya devam etti.
"- Asıl şimdi seninle ne yapacağımı düşünmem lazım" dedi kara kara. İçimi bir telaş kaplamıştı, sanırım şimdi ağzından dökülecek kelimeler, o güzel berrak sesi son duyuşum olacaktı, öyle hissediyordum.
"- N... Nası... Nasıl yani?
- Seni seviyorum.
- Ne?!"
Ve oturduğum yerden sıçarıyıp önüme gelen herşeye sarılmak istedim o anda, sarıldım da, Ona o kadar uzun ve sıkı sıkı sarıldım ki, muzur muzur öksürüp birazcık nefes alması gerektiğini söyledi bana. Gözlerime bunca yıldan sonra ilk defa yaşlar mutsuzlukla dolmamıştı. Bunca yıldan sonra ilk defa mutluluktan ne yapacağımı bilemez hale gelmiştim. Başımı omzundan kaldırıp odaya baktığımda, temizlenenin sadece makyaj kalıntılarım olmadığını gördüm. Oda, hayatım, şimdi pırıl pırıldı. Yeni pencereler açılmış içeri uzun süredir görmediğim güneşin ışığı hücum ediyordu, havada tanımadığım bir çok çiçeğin baş döndürücü kokusuna bir o kadar tanımadığım kuşların sesleri eşlik ediyordu, ellerimi sıkı sıkı doladığım onun belinden bırakmadan onu da bu güzelliğin içine çekiyordum ve beraber yarattığımız bu güzelliğin tadına varması için elimden geleni yapıyordum.

Bir anda aniden kulağıma doğru uzanıp fısıldadı: "sen hiç bir müzikal oynadın mı?
- Nasıl?
- Aşkla."

Ve bu sefer makyaj yapmadan, tozarından arınmış perdenin arkasındaki yerimi aldım, bu sefer yalnız değildim, ellerimde o güzel, küçük, yumuşak elleri tutuyordum, bedenime o güzel sıcak beden yaslanmış kalbinin ritmi benimkine eşlik ediyordu. O güzelim gözler benimkilere kitlenmiş, dudakları ise, gülümserken, benimkilerin üstüne oynaşıyordu. Ve perdeler açıldı, yeni cilalanmış sahneye doğru adımımızı atarken, ikimizde izleyicilerle ilgilenmiyorduk, biz biribirimizle bir bütündük. Dansediyorduk, sarılıyor, öpüşüyorduk. Bedenlerimiz birbirleriyle mutlak bir uyum içinde bir oraya bir buraya savruluyordu uçsuz bucaksız sahne üzerinde, yüzümüzde kahkahaların görüntüleri, dudaklarımızda ise sesleri vardı, inanılmaz bir enerjiyle koşuşturuyorduk bir zamanlar tek kişilik olan sahnenin hiç adım atılmamış noktalarında. Yorulmadan, sıkılmadan, üzülmeden ve hırpalanmadan geçti saniyeler, dakikalar, saatler, günler, haftalar ve aylar. Hiç bir şey duymuyor ve görmüyorduk, hiçbirşey umursamıyor ve düşünemiyorduk, birbirimize sahiptik, bu herşeye yetiyordu.

Ve işte şimdi, ilişkimizin olgunluğundayken, dünya üzerinde her kitapta yazılmış her dans figürünü kusursuzca yerine getirmişiz, çok mutluyuz, birbirimize bakarken bu gözlerimizden okunuyor, birbirimize sevdiğimizi söylüyoruz, aslında gerek yok, o kadar derinlerde hissediyoruzki, ama yine de söylemek istiyoruz, çünkü o kelimeler, birbirimize söylerken çok güzel tınlıyor sesimizle, kulaklarımıza çok güzel geliyor. Çok, gerçekten çok mutluyuz, ve dans ediyoruz, yorulmadan, sahnede, kuliste, perdelerin üstünde, her... her yerde.

Şimdi ise Onu belinden tutup, gözlerimi kapatıp uzun uzun öpüyorum, uzun uzun dudaklarımı dudaklarında gezdiriyorum, ve yeni bir dans figürü, biraz zor belki, ama belinden tutup onu yukarı duğru kaldırıyorum, dudakları dudaklarımdan ayrılıyor, biraz daha kaldırıyorurum, kollarım uzanabileceği en üst noktaya ulaşıyor, onu biraz daha kaldırmam gerektiğini biliyorum, ve ellerim yavaş yavaş belinden aşağı kayıyor, elimden gelen bütün güçle onu olabilecek en yükseğe doğru yolcu ediyorum.

İçim buruluyor ellerim bedeninden ayrıldığı anda, gözlerime yaşlar doluyor, bu sefer yine unuttuğum bir şekilde. Acı ve özlemle, gözlerim yanıyor, yaşlardan, ve ellerim havada bekliyorum. Bekliyorum... Bekliyorum... Bekliyorum... Gözümdeki yaşlardan önümü göremesem bile bekliyorum, ve bekleyeceğim. Bu dans figürünü tamamladıktan sonra dudaklarımızın tekrar birleşeceği günü bekleyeceğim. Çünkü ben......

Kalemimin ucu daha fazla dayanamadı kelimelerden ziyade içimde yaşadığım duyguların yoğunluğuna. İki ucu farklı yönlere doğru açılırken, mürekkebi kontrollü bir şekilde bıçakların arasına akıtması için tasarlanmış delikten bir anda bir kaç damla, yavaş yavaş eskimeye başlayan 24 yıllık defterin kırık beyaz sayfasına damladı ve emildi. 'Daha oraya birşeyler yazmak niyetindeydim' diye geçirdim içimden huysuzca. Kalemimin geldiği halden de memnun olduğumu söyleyemezdim, çok sevdiğim eski bir kalemdi, uzun zamandır onu kullanıyordum, çok alışmıştım. 'Belki de yenilik bazen iyidir' neden olmasın, yeni bir kalem, yeni bir sayfa, zaten bu sayfada birşeyler yazılabilecek yerlerin hepsi mürekkeple lekelenmişti artık. Kalemin ucunu elimle düzeltebildiğim kadar düzelttim, bu kalem bu güzel sayfanın üzerine başlık atmayı haketmişti. Şimdiye kadar yazdığım en güzel hikayeydi, en mutlusuydu belki de. Yine de şimdiye kadar bitmeyen hiç bir hikaye ne okudum ne de duydum. Sağ elimi kaldırdım, sayfanın üstünde, başlık için boş bıraktığım yere dayadım elimin dışını. Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım, ne olmalıydı bu sayfanın başlığı? 

Ah evet.

Elle tamir edilmiş kalem, kendinden memnun olmayacak bir şekilde, sayfayı biraz da çizerek belki de, bu sayfaya yazacağım son kelime için dansetti ağır aksak: "Mutluluk". Sayfayı çevirdim, bomboştu, bembeyaz, bulutlar kadar beyaz, güzel ve heyecanlı, hüzünlü ve kızgınlık dolu, umut ve merak dolu, birçok şey yazılmayı bekliyor önümdeki  o sayfaya. Sadece yeteri kadar sihirli bir kalem bulamadım henüz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder