21 Mayıs 2013 Salı

Rendez-vous


Geldiğimde ayağa kalktı. Birbirimizin gözlerinin içine uzun süre baktık. İkimizin gözleride nefret ve acımayla parlıyordu. Karşımdakine karşı uzun yıllardır süregelen önlenemeyen bir nefret hissederken onun bu halini görmek içimde büyük bir zevk aldığım acıma duygusunu uyandırmıştı. Belli ki o da benim için aynını hissediyor ve aklımızdan aynı düşünceler geçiyordu. Dudağımın sağı yukarı doğru kıvrılmıştı, yarım bir gülümseme vardı suratımda. O ise dudağının solunu kaldırmış suratında benim suratıma yerleştirdiğim küçümser ifadenin çarpık bir benzerini oluşmuştu.
Birbirimize karşı hiçbir saygı zerresi hissetmeden aynı anda oturduk. Gözlerimiz aynı hizada birbirlerine kenetlenmişlerdi. Gözleri kanlanmış, ağlamaktan yada uykusuzluktan, ya da her ikisinden birden. Gözlerinin altındaki karanlık birkaç gündür uykusuz olduğunu gösteriyordu zaten. Kızdım bir anda kendime, keşke iki gecedir ayakta olmasaydım bende. En az onun kadar perişan gözüküyor olmalıydım. O da inceliyordu beni zaten dikkatle. Lanet olsun, ondan daha iyi olduğumu hissettirmeliydim ona. Herşeye eşit başlıyorduk şimdi.
Derin birer nefes aldık ve ağzımızı, ikimizde aynı anda, söze başlamak için açtık. Sonra durduk. İlk önce sözü birbirimize bırakan birer baş hareketi yaptık. Sonunda ben başladım konuşmaya. O da sustu. Beni dinledi.
"Sen şimdiye kadar hayatıma girmiş olan çıkması için debelendiğim tek insansın. Ve çıkmıyorsun. Hayatıma girmiş ilk insan olman senin, girdiğin o yerde, zerre istenmediğin, dokunduğun, baktığın, yaklaştığın, yaklaşmaya çalıştığın herşeye zarar verdiğin o yerde, çöreklenip kalmanı sağlayamaz. Git lanet olsun sana! Öyle bakma suratıma anlamıyormuşsun gibi. Benden ne kadar nefret ettiğini biliyorum, senden ne kadar nefret ettiğimi biliyorsun. Burada oturarak hala ne elde etmeye çalışıyorsun?" Sinirden tir tir titriyordum. Ellerim yumruk olmuş tırnaklarım avuç içlerimi kanatmaya başlamıştı. Karşımdaki ise aynı nefret ve hışımla bana bakıyordu. Elinde olsa beni oracıkta öldürürdü eminim. Sinirden tir tir titriyordu o da. Ve konuştu.
"Asıl sen değil misin karşıma geçmiş oturan? Asıl sen değil misin o küçük, zifiri karanlık, leş kokan, nemli, çürümüş, mutsuz dünyana giren herkesi parçalayan?! Asıl sen değil misin insanlara dokunduğunda onların üstünde karanlık bir iz bırakan? Sen değil misin etrafında uçuşan meleklerin kanatarını kopartıp "hayatım" dediğin havasız delikte çürümeye zorlayan? Kimi mutlu edebildin hayatında? Kimi bir kez olsun gülümsetebildin? Kime dokundunda sen dokunmadan önce olduğundan daha iyi oldu? Cevap versene seni çok bilmiş insan enkazı, kim sen zorlamadan girdi hayatına? Kim sen tutmadan kaldı yanında? Ne o? Canın mı yandı?" Kahkaha atmaya başladı. Söylediklerine bende katılarak gülüyordum. Uzaktan bakan birisi için uzun süre sonra kavuşmuş iki yorgun eski dost gibiydik. Ve dışardan bakan birinin bizim hakkımızda ne düşüneceği gözümün önünde canlandıkça daha da yüksek sesle kahkaha atmaya başlamıştım. Sanki O'da aynı şeyleri düşünmüş gibi yükseltmişti sesini. O çirkin suratı yüzlerce kırışıklıkla hatalı üretilmiş bir oyuncağa dönüşmüşken kanlı gözleriyle inatla gözlerimin içine bakıyordu. Ve bende bakışlarına, kahkahalarımın sonuna kadar karşılık verdim.
"Canımı yakabileceğini gerçekten düşündünmü seni pis ukala. Sorduğun soruların kaçını şimdiye kadar kendine sormadın? Hiç birini mi? Ne kadar şaşırttın beni. Senden daha iyisini beklemezdim zaten. Peki kendine sorduğun ve cevaplarını korktuğun için veremediğin bu sorular sadece bu kadar mı?" Bu sözlerim afallatmıştı onu, benide. Onu bu kadar iyi tanıdığımı unutmuştum, hatırlamak istememiştim. O da şaşkınlıkla suratıma bakıyordu. Gözleri yaşlanmaya başladı. "Ağlama sümsük herif. Güçlü ol biraz. Heran yıkılmak üzere çürümüş ahşap bir ev gibisin. Omuzlarını yanındaki sağlam duvarlara dayamışsın kendini güvende hissediyorsun ama ufak bir esinti bekliyorsun sadece yerlebir olmak için." Benimde yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu şimdi. Salak! Çok sinirlenmiştim ona. Böyle koyvermeye hakkı yoktu kendini. Ayakta durmalıydı, söyleyeceğim, kusacağım daha çok şey vardı. Çok erken tüketmişti kendisini.
Sanki düşüncelerimi okumuştu. Sildi gözyaşlarını. Dikleşti karşımda. Bende öyle. "Beni çürümüş bir binaya benzeten sen, aslında ne kadar farklısın değil mi benden?... Başkalarının senin çürümüşlüğünü görmemezlikten gelmelerini sağlayan sana anlamsızca destek veren çevrendeki, yaslandığın güzelim, sağlam temelli evler değil mi peki? Onlara yaslanmış olduğun, onlara dokunduğun için değil mi herkesin sana karşı bu acınası tahammülü?" Bu söyledikleri doğruydu ama gözlerime nefretin soğuk parıltısından başka birşey yoktu.
Buraya gelirken ikimizde biliyorduk buradan kalktığımızdan ikimizinde yolumuza kalpsiz devam edeceğini. Gözlerimi kapattım. Onunda kapattığından emindim. Derin bir nefes aldım. Ağzımı açtım. Sesim hiç bu kadar yükselmemiş, hiç bu kadar korkunç bir hal almamıştı daha önce. Sol elimi kaldırırken iliklerime kadar titretti kendi sesim beni. Gözlerimi açtığımda kendimden korkuyordum. O da bembeyaz olmuştu. Haykırırken konuşmanın başından beri sıkılı olan yumruğumu suratının ortasına, hayatımdaki bütün günahlarıma, acılarıma, pişmanlıklarıma, nefret ettiğim ve edeceğim herkese indiriyormuşum gibi indirdim. Elimde birşeylerin kırıldığını hissettim. Sonra hiçbirşey hissetmedim. Bütün şehir susmuştu. Hiçbirşey duymadım. Sol elim yanmaya başladı. Buz kesmiş elimi bileklerimden aşağı akan onun sıcak kanı ısıtıyordu. Kafamı kaldırdım, ne hale geldiğini görmek istiyordum. Karşımda oturuyordu hala. Sadece bir tane değil. Yüzlercesi bana bakıyordu. Ağlıyordu. Bende. Burnu bile kanamamıştı. Ben sol elime bakarken o sağ eline baktı. Sol elimin üstü sayamayacağım kadar çok kırık ayna parçasıyla ve benim, onun, ikimizin kanıyla parlıyordu gecenin karanlığında. Onu öldürmek istemiştim. Aynayı kırmak değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder