10 Mayıs 2013 Cuma

Kim Bilebilir?

Kim bilir kaç bina var bu gençliğini geride bırakmış şehirde. Kaç binada kim bilir kaç aile hayatlarına devam etmeye ya da son vermeye çalışıyor. Kaç insan geceleri evlerine mutlu yada mutsuz, heyecanlı yada bunalmış, monoton hayatlarından bıkmış ya da yeni bir umutla dönüyor. Kim bilir kaç insan sevdiğinin onu bekleyen sıcak kollarına, kimbilir kaçı gitmiş bir sevdiceğin dönmüş olduğu hayaliyle çeviriyor anahtarı aylardır sadece kendi anahtarının açtığı kapının anahtar deliğinde. Umutsuzluğun hüzünle yoldaş olduğu sokaklar kaç aşığın zevk haykırışlarıyla yankılanıyor kim bilir? Kaç kayıp, şaşırmış ürkmüş beden kendine benzer titrek bir ruha açıyor kapılarını başına buyruk zihinler birbirlerine kapılarını kapatırken.

Yıllardır yaşadığım şehrin büyüklüğü ilk defa birkaç gece önce geceyi izlerken şaşırttı beni. Ruhumun bi anda bedeninden çekilip camdan dışarı aktığını hissettim, şehri izlemek için benden, penceremden, evimden, mahallemdem uzaklaşmasını izledim. Sabaha karşı tekrar bedenimle buluştuğumda uçsuz bucaksız bir duygu seli kaplamıştı yanımı, uyuşmuş ayaklarım ağır bedenimi taşımaktan çok uzaktı, oturmaya devam ettim. Düşünmeye, hayal kurmaya devam ettim.

Bu sefer şehrin değil ama bu şehirden daha kalabalık, daha karmaşık ve daha düzensiz kalbimin içindeydim. Bazı binalar yıkılmış ama içlerinde yaşayan bir sürü zavallı duygunun yanından geçerken kalbimin gecekondularına kızgınlıkla karışık bir hayretle bakarak geçtim, bir farkı vardı. Bunlar gece kondu değil, bir zamanlar son derece güzel ve özenle işlenmiş bakımsız evlerdi. Bir zamanlar içlerinden sımsıcacık ışıkların sızdığı tül perdeli pencerelerden şimdi kurtların yuvası olmuş kalaslarla kapatılmış aralarındaki boşluktan dışarı ürkek bakışlar atılıyordu. Rüzgar hiç dinmeden uğulduyordu o tozların bile boş bıraktığı sokaklarda. Sokak tabelası çok öncelerde yere düşmüş üstü paslanmış yazısı okunamaz hale gelmişti. Kimbilir kimlerin kalbimde yeşerttiği duyguların kalıntılarıydı. Titreyek yoluma devam ettim, ağır aksak yürüyebiliyordum, bedensel rahatsızlıklarım iyice etkiliyordu sanki bu sokakta yürürken beni. Dizim bedenimi taşıyamayacakmış gibi sesler çıkartırken kaçkere kırıldığını unuttuğum bileklerim kaçar kez kırıldıklarını, incindiklerini, burkulduklarını hatırlatan eski dostlar haline gelmişlerdi. Yürümeye devam ettim.

Ben şehrin derinliklerine yürümeye devam ettikçe önce rüzgar kesildi, ayakta durmak daha kolaylaşmıştı. Bir sokağın başında durdum. Yıllarca kimse uğramamış gibiydi, yerde kalın bir toz tabakası vardı. Hava ılıktı ama serin bir esinti ensemde oynaşıyor tüylerimi diken diken ediyordu. Evler çok güzel ve çok bakımlıydı. İçeriden dışarıya sönmeye yüz tutmuş mumların ya da şafağa karşı son demlerini geçiren şömine ateşlerinin titrek pırıltıları göz kırpıyordu. Pencerelerdeki gölgelerden binaların içlerinde dolaşan unutulmaya yüz tutmuş duyuglar ve insanların yaşadığını anlayabiliyordum. Fısıltılar kulaklarımı okşuyordu. Sesler çok güzel ve tanıdıktı ama acaba nereden? Neresiydi burası? Yoksa az önceki sokakla aynı akıbeti paylaşacak bir sokak daha mı? Sokaktan aşağı doğru yürümeye başladım. Ayaklarım yerdeki tozun üzerinde aksak ayak izlerimi bırakırken çıkardığım ses insanların evlerinin pencerelerine doluşmasına neden oluyordu. Ne kadar çok tanıdık rahatlatıcı yüz çok daha fazla kırışıklık ve endeşiyle gülümseyerek bana bakıyor, el sallıyordu. "Bizi unutmadı, geleceğini biliyordum size söylemiştim." Zoraki bir gülümseme dudaklarımda oluştu, kurumuş gergin dudaklarım kanarken sağ elimin parmak uçlarına camdakilere göndermek için kondurduğum minicik bir öpücükle dudaklarımın kanlı izi elime bulaşmıştı. İçeride yeni mumlar yanmış, konuşmalar fısıltıyla değil daha yüksek sesle yapılır olmuştu. Sokağın sonuna geldiğimde ılık bir rüzgar yerdeki tozu, aksak başlayıp düzenli giden ayak izlerimi de beraberinde uçurup sokağı temizledi. Sağımda sokağın tabelası pırıl pırıl parlıyordu. "Dostlar Sokağı".

Dostlar sokağından ileri aşağı doğru daha hızlı ve daha mutlu bi şekilde ilerlemeye devam ettim. Şehrin merkezine yaklaştığımı biliyordum. Çok uzun zamandır bu şehre uğramamıştım, ne kadar büyüdüğü beni şaşırtmıştı, ama yine de hayal meyal nereye gittiğimi tahmin edebilecek kadar hatırlıyordum. Çok güzel ışıklandırılmış, çok güzel süslenmiş, yeşillendirilmiş bir park karşıladı beni, bu parkı en son bıraktığımda heryer diken çalı çırpı, bakımsız, itin kopuğun doldurduğu, karanlık bir parktı. Birisi buraya çok iyi bakmıştı, birisi burayı tekrar yaratmıştı! Meraklanarak hızlandım. Etrafımdaki güzellikleri izlemeye o kadar dalmışımki suratımın ortasında buz gibi bir acıyla yere düştüm. Gözlerimi tekrar açabildiğimde parkın girişindeki tabelaya toslamış olduğumu farkettim. Kahkahalar atarak gülmeye başladım. Başımı ellerimin arasına aldım ve baş dönmem rahatladığında tekrar tabelaya baktım. "Aşk Parkı". Bu ismi bir yerden hatırlıyorum! Buraya en son geldiğimde terkedilmiş, uğursuz bir parktı. O an emin olmuştum içeride birisi, bir düşünce, bir his bu parkı yeniden yaratmıştı. Burnumda en sevdiğim kokular oynaşıyor ayaklarımın altında yeni kesilmiş çimen beni parkın merkezine doğru taşıyordu. Gözlerimi kapattım, yürümeye devam ettim, hiçbirşey bana burda zarar veremezdi, emindim bundan, seslerin, kokuların, gülüşlerin peşinden gözlerim kapalı koşuyordum. Yavaşladım, yaklaştığımı biliyordum. Küçük bir ev. Bu kocaman parkın farkında olmaksızın kendi minnacık bahçesi içine kurulmuş tek katlı küçük şirin bir ev orda duruyordu. Çatısındaki minnacık bacasından güzel kokulu bembeyaz dumanı tütüyordu. Bahçesinde oraya buraya keyifle koşuşturan zarif bir siluet gördüm. İŞTE! Buldum seni. Yaklaşmaya başladım. Ürkütmemek için yavaşça, ses çıkartmadan. Sırtı bana dönüktü sanki o koskoca parkın içinde olduğundan haberi yokmuş gibi kendi bahçesini kusursuzlaştırmaya devam ediyordu. Sanki bu kocaman parkı kendisinin yarattığının farkında değilmiş gibi mutlulukla sadece kendi eviyle ilgileniyordu. Ağzımı açtım seslenmek için, kim olduğunu görmeliydim. Kim olduğunu bilmeliydim, yüzünü görmeliydim. Sesini duymalıydım. Kendimde bulabildiğim bütün cesaretin en ufak parçasını bile toplamaya çalışarak ağzımı seslenmek açtım...


"-Oğlum ne yapıyorsun bu saate ayakta? Uyuyamıkaldın yoksa pencerenin önünde?
-Umm, içim geçmiş babanne.
-E oğlum hadi kalk yat yatağına saat sabahın 5'i olmuş.
-Uff. Haklısın babanne. Ayaklarım uyuşmuş ya, bi saniye bi kan gitsinde öyle yürüyüm, yoksa düşecem
-İlahi çocuk ne garip işler yapıyorsun sen.
-Hehehe evet.
-Gelirken başucumdaki bardağa da biraz su doldurur musun oğlum?
-Tabii babanne, hadi iyi geceler sana
-İyi uykular"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder